Destansı bir aşk hikayesini konu alan Su ve Ateş, Özcan Deniz’in son filmi. Senaryoyu yazan, Yasemin Allen ile başrolü paylaşıp yönetmenliği de üstlenen Deniz ile filminin, hayatının ve bunların arasında kalanların üzerine bir söyleşi...
Sinema öngörülemeyen bir sanat dalı ve eğlence. Bazen hiç beklemediğiniz yerden çok doğru işler çıkıyor. Söz konusu Özcan Deniz olunca ondan iyi bir şey beklememek haksızlık olur. İlk önce rol aldığı filmlerle ve daha sonra yazıp yönettikleriyle zaten kendini kanıtlamış bir isim, Özcan Deniz... Üstelik rüzgarın götürdüğü yere göre değil, bir strateji üzerine film çeken az sayıdaki yönetmenden biri. Gişe filmlerini belirli bir kalite tutturarak yapıyor, duygusallığı sömürmüyor. Bu ülke insanına dair de çok doğru saptamaları var; “En lezzetli ve yumuşak olan yiyecekler, sert kabukların içindedir. Yani o kabuklar kırıldığında ulaşılabilir, ‘çok lezzetli’ insanlar görürüz” sözleri belki kendisini, belki Anadolu’da erkek olmanın gereği sertlik sergileyen insanları anlatıyor.
-Sizi bu senaryoyu yazmaya iten neydi?
Ankaralı çok yakın bir arkadaşımızın -ismini vermeyeceğim- benzer bir hikaye yaşaması beni etkiledi. Uzun süredir böyle çoklu bir hikayeyi toplayıp film yapmak istiyordum çünkü benim filmlerim genelde tek kat üzerinden inşa edilir. Bir anda böyle bir şey önüme gelince heyecanlandım! Yan hikayeleri güçlü, bizden bir şey... Bu bildiğimiz hikayeyi farklı bir gözle yansıtabileceğim, biraz o prototiplerden; sert, anaç tiplerden uzak karakterleri yerleştirebileceğim bir film yapma şansım oldu.
-Ortak bir sinema dilimizin olmayışı tartışılır hep. Filminizin belirli bir dil oluşturduğunu düşünüyor musunuz ki ben düşünüyorum!
Ben de düşünüyorum. Bir yabancı izlediğinde ‘Bu nerenin filmi?’ diye soracak. Bizden bir hikaye, bize ait bir dil, tavır... Yani Londra’da çekiyoruz diye filmi caza boğmadık! Su ve Ateş’in hikayesini bu karakterlerle, hikayeyle dünyanın hangi ülkesine adapte ederseniz edin, bizim hikayemiz.
-Erkek karakterin Doğulu, kızın Egeli olması, bir aşk-nefret ilişkisi. Aslında politik durumumuzla da bağdaşıyor. Hikayeyi kurgularken bu durumu dik- kate aldınız mı?
Türkiye’nin iki ucu bu filmde katlandı, bir araya geldi. Buradan çıkan kıvılcımdan seyirci keyif alacak bence... Türkiye’nin çokçeşitliliğiyle alakalı bir şey. Yaptığım üç filmde de görürsünüz bunu. Ya Sonra’da da Evim Sensin’de de... Ben artık Türkiye’de çekilen filmlerde biraz bu mozaiği anlatabilen dillerin kullanılmasından yanayım. Bir apartman dairesine gidin, zillere basın, her katta biri oturuyordur; Kürt, Laz, Ermeni... Filmlerde de ‘normal’ bir dille anlatılabilmeli bu mozaik.
-Ana karakterlerdeki zıtlık filmin adını da iyi tamamlıyor. Burada Yasemin Allen’ın başrole seçilmesi de önemli. Cast çalışmasından bahseder misiniz?
Her film yazan, yöneten insan gibi bir karakteri kağıt üzerinde inşa etmeye başladığınızda gözünüzde fiziksel olarak da belirmeye başlar. Bir star da hiç kimsenin tanımadığı biri de olabilir. Ben de cast çalışmasını yaparken hep onu aradım. İkinci, üçüncüde yakaladık hemen. Özellikle Yasemin ve Pelin’i. Ondan sonraki oyuncular da zaten benim kafamda yazarken var olanlardı.
-Filmin oyuncularının performansı sadece kendini bağlamaz, performansları iyi ise aslında yönetmenlik başarısıdır...
Sette yönetmen vardır ya da yoktur. Ben ona inanırım. Bir filmi izlerken performans göremiyorsam, ‘Sette yönetmen yokmuş’ derim.
-Oyunculuk yaparken aynı anda yönet- mek zor olmadı mı?
İşin en zor tarafı aynı zamanda oyuncuların partneri olmanız. Sette yönetmene günde 360 soru soruluyor! Uykusuzsunuz ve yüzünüzü gözünüzü toplamaya çalışıyorsunuz, bir yandan da az sonra canlandıracağınız karakteri düşünüyorsunuz. Yazıp yönetip oynamak canıma okudu! Ben çekimlerden önce çok çalışarak çözüyorum bunu... Mesela çekim yapacağımız mekana en az dört kere gidiyoruz. Oyunculardan da özellikle söyleyecekleri kelimeleri kendi kelimeleri haline getirmelerini rica ediyorum ki çekimde kendilerine ait olmayan lafları söylemekle boğuşmasınlar. Bana karakterle ilgili üç sorudan fazla soru soran oyuncuyla pek çalışmıyorum. Anlamamış, hissedememiş demek ki...
-Karakterinizi olabildiği kadar doğru bir rol model haline de getirmeye çalışmışsınız.
Haşmet tamamen şartların ona dayattığı kadar şiddetin içinde. Tüm bunlardan kurtulup kendi gerçeklerini yaşamaya çalışan, bu arzu içinde kıza yönelen bir adam. Ama maalesef o şansı pek vermiyor insanlar.
-Bundan sonra da gişe filmleriyle devam edecek misiniz?
Tabii ki ama ‘Biraz da senin sınırlarının ne olduğunu anlayabileceğimiz bir şey yapmayacak mısın?’ diye soran olursa, ‘Tabii ki yapacağım!’ derim. Sadece şu an çok erken. Hem kendimi hem de çalıştığım kişileri ikna edebilmem lazım.
-Filmdeki erkek karakter o sert görüntünün ardında romantik ve yumuşak... Toplumun bu tür bir yumuşamaya ihtiyacı var mı sizce, en azından erkekler açısından?
Tabii ki var. En lezzetli, yumuşak yiyecekler sert kabukların içindedir. Yani o kabuklar kırıldığında içeride ulaşılabilir, çok lezzetli insanları görürsünüz. İnsanlar sert görünmek zorunda kalıyor Türkiye’de çünkü yaşam çok zor. Biraz zayıf taraflarınızı gösterdiğinizde büyük zararlar görüyorsunuz. Komşuluk ilişkisinden dostluk, arkadaşlık ilişkisine kadar çoğu kişi o sert kabukların ardına saklanıyor. Oysa ki insanlar yumuşamalı, birbirlerine açık olmalı.
-Sizin izleyicilerinize söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Aslında ben onları dinlemek istiyorum. Onlara söylemek istediklerimi çektim çünkü. Filmin sonunu siz biliyorsunuz, seyirci bilmiyor. Hayat istemediği sürece siz hiçbir şeyi sonlandıramazsınız. Bir şeyi bitirdim zannedersiniz ama başka bir şeyde tekrar nükseder. Biraz da aslında onun filmi bu.