Geçtiğimiz hafta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Brüksel ve Paris ziyaretlerindeydik. Davutoğlu Brüksel’de NATO toplantısına, Paris’te ise Suriye’nin Dostları toplantısına katıldı. Çok sayıda bakanın katıldığı her iki toplantıda ana gündem maddesi Suriye’ydi. Öncelikle şunu söylemeliyim ki Türkiye’nin bu toplantılardaki itibarı ABD, Rusya veya AB’nin itibarından daha az değildi. Hatta Türkiye bazı konularda adı geçen ülkeleri dahi aşan bir ilgi ve itibar gördü. Bunun en önemli nedeni ise Türkiye’nin artık pasif bir aktör olmaktan çıkıp ‘oyun kurucular’ arasına katılması. ABD de dâhil herkes Türkiye’nin görüşünü almadan pozisyon belirleyemiyor.
Bosna’ya NATO yolu
NATO toplantısında Türkiye yeniden Bosna-Hersek’in NATO üyeliğini gündeme taşıdı. Biliyorsunuz Bosna’ya NATO üyeliğini açacak olan süreci de geçtiğimiz yıllarda Türkiye başlatmıştı. Türk diplomatlar Boşnaklar için bazı NATO toplantılarını kilitlemeyi dahi göze almışlardı. İlk defa Türk diplomatlarını bu kadar ‘dişli’ gördüklerini söyleyen üst düzey bir Fransız diplomatı 2 yıl kadar önce “siz diplomatlarınıza ne içiriyorsunuz, birden bire aslan kesildiler. Hepsi kendisini Davutoğlu sanıyor” demişti. İşte yarım kalan işi tamamlamak için Davutoğlu Brüksel’de yeni bir süreç başlattı. Bosna’nın NATO üyeliği geldiğimiz noktada gerçekten hayati bir önem taşıyor. Çünkü Sırbistan’a Avrupa Birliği yolunun açıldığı bir dönemde Boşnaklar Batı kurumlarına çapa atamaz ise Balkanlar’da barış ve istikrar güvenceleri azalmış olur.
Ya Türkiye olmasaydı
Suriye konusuna gelir isek, konu Suriye olunca ABD’sinden Almanya’sına herkes Davutoğlu’nun gözünün içine bakıyor. Bu nedenle her iki toplantıda da herkesten daha çok, hatta birkaç kat daha çok Davutoğlu Hoca konuştu. Harita üzerinde Suriye’deki ağır silahların yerlerini gösterdi, çatışmalar nerelerde sürüyor, ateşkese nerelerde uyulmuyor tüm bunları bir bir gösterdi. Ayrıca Annan Planı’nın eksik yönlerini de anlattı. Plan’daki eksiklere bakılırsa meseleye asılan ülke sayısı bir hayli az. Çünkü Annan girişiminde ‘çekilme’ kelimesinin ne anlama geleceği dahi doğru düzgün tanımlanmamış. Dahası ilk başta yeterli gözlemci sayısının bile düşünülememiş olması kaygı verici. Anladığım kadarıyla Türkiye’nin yerinde müdahaleleri olmasaydı Birleşmiş Milletler Suriye’de çatışmaları durduran değil, mevcut rejimi koruyan bir araca dönüşürdü.
Ya Esad, Saddam olursa
Brüksel ve Paris toplantıları bu köşede daha önce yaptığımız tespitlerin ne kadar doğru olduğunu da gösteriyor. Görünen o ki Batılı ülkeler Suriye sorununa girmekte hala tereddüt ediyorlar. Özellikle Avro bölgesindeki kriz liderleri daha bir çekingen yapmış. Ayrıca Suriye’de Arapların birbirlerini kırmasının kendi çıkarlarına henüz yeterince zarar vermediği düşüncesindeler. Fransa konu ile aşırı ilgili görünse de bu ilgi daha çok Sarkozy’nin seçim öncesi şov çabalarına bağlanıyor. Rusya da bu durumu fırsat biliyor ve uluslararası kararsızlığı Suriye’deki rejime zaman kazandırmak için kullanıyor.
Sorundan en çok etkilenen ülke ise Türkiye. Bu nedenle en çok feryat eden, en çok çözüm için çabalayan da o. Fakat sorun sadece Türkiye’nin çabalarıyla çözülebilecek gibi değil. Bu nedenle Türkiye, Suriye sorununda asla yalnız kalmamalı, yükü asla tek başına omuzlamamalı. Görebildiğim kadarıyla Dışişleri Bakanlığı da bunun farkında.
Aslına bakarsanız Esad rejiminin meşruiyeti herkesin gözünde tükenmiş. Esad ile Saddam Hüseyin arasında bir fark görülmüyor. Ancak unutmayın, Saddam meşruiyetini kaybettikten sonra bile 10 yıldan fazla bir süre Irak’ın başında kalabildi. İşte, Suriye’de korkulan da bu. Esad eninde sonunda gidecek, ancak süre ne kadar uzarsa Suriyelilerin ve bölgenin çekecekleri de o kadar uzayacak. Bu nedenle Türkiye bir yandan uluslararası ilgiyi canlı tutmaya çalışıyor, diğer taraftan Şam rejimi üzerinde etkili bir uluslararası baskı oluşturmaya gayret gösteriyor.
Anlaşılan o ki Suriye uzun süre gündemimizde kalacak. Brüksel ve Paris izlenimlerini ise bir sonraki yazıda sürdüreceğiz.