12 Ekim 2014 günü yapılan HSYK seçim sonuçları, ülkemiz için hayırlı olsun. Yaklaşık 13 bin hakim ve savcının oy kullandığı seçim sonuçları birçok analizi hak ediyor kuşkusuz.
Seçim, farklı görüşlerden adaylarla temsil edilen Yargıda Birlik Platformu’nun başarısıyla neticelendi. Ancak hemen herkesin, sanıyorum, en çok dikkatini çeken husus, cemaate yakınlığı ile bilinen adayların 5 bin civarında oy alabilmesi.
Bu sonuç, yargıda çalışan hakim ve savcıların yaklaşık %40’ının blok olarak cemaatten olduğu veya cemaatle hareket ettiği anlamına geliyor. 17 Aralık darbe girişimi sonrası daha çok konuşulduğu için, hemen herkesin artık kanıksadığı cemaatin yargıdaki kadrolaşmasının en somut delili, bu olsa gerek.
Bunu kanıksamış olmamız, bu durumun korkunçluğunu bizlere unutturmasın. Neresinden bakarsanız bakın, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, asla müsaade edilmeyecek olağandışı bir durum söz konusu. Çünkü toplumsal tabanı %1 bile olmayan bir grubun yargının %40’ını ele geçirmesi, yargının tarafsızlık iddiasını geçersiz kılar.
4 bin hakim ve savcının paralel bir emir-komuta zinciri içerisinde hareket etmesi ve ancak çok farklı kesimlerin bir araya gelmesinden oluşan bir koalisyon/birlik tarafından durdurulabilmesi, ciddi bir yargı reformuna ihtiyacımız olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Yargı reformu, hukuk eğitiminden başlayıp mesleğe giriş ve yükselme süreçlerine kadar hemen her konuyu kapsamalıdır.
HYSK seçim sonuçları, cemaatin görünen yüzü olan “eğitim gönüllüleri hareketi” hakkında da ciddi ipuçları veriyor. Cemaatin on yıllardır uyguladığı eğitim felsefesi ve politikası dikkate alındığında, toplumsal tabanı %1 bile olmadığı halde hakim ve savcıların %40’ını “kontrol” edebilmesi daha iyi anlaşılır:
Cemaat, yıllardır eğitim gibi siyasetten nispeten uzak bir alanda çalışan bir sivil toplum hareketi olduğunu iddia etti. Bundan dolayı da sempati topladı, toplumsal tabanını genişletti.
Ancak, cemaatin, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın dershanelere ilişkin dönüştürme planlarına verdiği irrasyonel tepkiler, cemaatin eğitim sisteminde gerçek bir iyileşme yanlısı olmadığını açıkça ortaya koydu. Hatta şunu sormadan edemiyorum: Eğitimle ilgili sayısız sayıda kuruma hükmeden bir “eğitim gönüllüleri ordusu”nun bugüne kadar, Türkiye eğitim sisteminin iyileşmesine ilişkin ciddi bir adımını gördünüz mü?
Bu türden anlamlı soruları çoğaltmam mümkün ama olumlu cevap almak mümkün değil. Bunun sebebi, cemaatin her zaman kendisine çalışması ve Türkiye’deki nispeten bozuk bir eğitim sistemini sömüre sömüre bugüne kadar güçlenmesi. Dershanelerin dönüştürülmesine ilişkin planlara tepki vermesinin bir sebebi buydu. Madalyonun bir yüzü bu.
Madalyonun öteki yüzü, cemaatin eğitim felsefesine dair. İlginçtir, gerek 17 Aralık darbe girişimi sonrası yaşananlar gerekse de HSYK seçimleri, cemaatin eğitim felsefesini daha iyi anlamamıza yardımcı oldu:
Cemaatin eğitim felsefesi, sorgulayan ve düşünen insan yetiştirmek değil, “abiler”den gelen talimatları sorgulamaksızın uygulayan itaatkar insan yetiştirmektir. Bu felsefeye dayalı olarak geliştirilen cemaatin eğitim politikası ise “insan yetiştirmek” değil, “adam yerleştirmek”tir.
Yani, cemaatin eğitime önem vermesi, kerim bir varlık olan insana hak ettiği değeri vermesinden, onu aydınlatma çabasından değil, onu kontrol etme ve böylece güç devşirme arzusundan kaynaklanmaktadır.
Peki, on yıllardır uygulanan bu eğitim felsefesi ve politikası, hakim ve savcıların arasına %40 “adam yerleştirme”ye muvaffak olmuşsa, acaba bu oran Genelkurmay’da kaçtır? Emniyette? Bu sorular çoğaltılabilir.
Korkutucu olan, bu yerleştirilen “adam”ların, abilerinden aldıkları eğitim gereği, hiçbir şeyi hala sorgulamamaları ve dolayısıyla bundan sonra da gelecek komutla her an her şeyi yapabilecek otomatonlar olmaları.