'Rabbena hepbana’ çok hoş bir şeydir. Millet, güzel uyduruyor.
Duanın aslı, ‘Rabbena heblena’dır. ‘Rabbimiz, bize ver, bize bahşet.’
Ne bahşetsin Rabbimiz bize?
‘Min ledünke rahme’. ‘Katından Rahmet bağışlasın.’
Eh, milletimiz de, ‘Rabbena hepbana’ diyerek Rahmet’in yerine dünya isteyenlerle kafa bulmuş.
Hiç unutmam, bizim alemdeki dönüşümün benim yüzüme çarpan ilk dalgasıydı. Çok zaman oldu, 90’lardayız.
Ocaktan, Karaalioğlu ve ben, Yeni Şafak’tayız o zamanlar.
Ocaktan’ın uğraması gereken bir büro var, galiba Ocaktan’ın öğrencisiymişler. Birlikte uğradık. Bir süre oturduk, güzel insanlardı, çay kahve içtik. Sonra çıktık.
“Bizi reklamdan unutmayın” dedi, bizi uğurlarken, mekanın sahibi.
Çok kuvvetli bir laftı bu. Duraksadım.
Çünkü, gelenekti, vedalaşırken bir şey derlerdi insanlar. ‘Güle güle’ derlerdi, ‘Allaha emanet olun’ derlerdi. Her zaman olmasa bile zaman zaman, ‘Bizi duadan unutmayın’ derlerdi...
‘Bizi duadan unutmayın...’
Oysa, tam biz çıkarken, “Bizi reklamdan unutmayın” dedi adam. Bana göre, büyük bir işti tanık olduğum.
Kınamadım onları. Masumane bir şeydi ve benim aklımdan geçen felsefi mevzuların o arkadaşın gündeminde olması beklenemezdi.
Şimdi de kınamıyorum. Kınamak bir tarafa, adamın ‘bizi reklamdan unutmayın’ demesi, geçirdiğimiz onca dönüşümden sonra, salavat gibi geliyor bana. Çok masumane geliyor.
Devir değişti, çok değişti.
Şimdi, inşallah’ı, maşallah’ı, elhamdülillah’ı, veleddaalliin’i falan unutmuyoruz.
Bunların yerine başka bir şey de koymuyoruz.
Buralar sağlam.
Peki ne var? Sıkıntı ne?
Sıkıntı şu, şimdiki salavatların bir kısmı, neden salavat gibi gelmiyor bize?
Adam, ‘elhamdülillah’ diyor, para sayar gibi...
‘İnşallah’ diyor, ama gözleri, vücut dili, İrade-i İlahi’yi değil, kendi egosunu işaret ediyor. Sanki Allahu Teala’ya ‘dileme’ yetkisi veren kendisi! Tövbeler olsun!
Aman, bir yanlış anlama olmasın.
Ebu Zer el-Gıfari efendimize selam olsun. Müslümanlığı, kucağında ateş gibi taşıyan, İslam’ın o yüce dağını tenzih etmeyi dahi kendime çok görüyorum.
Sakın, çakma Ebu Zer’ler burada yazdıklarımdan kendilerine bir pay çıkarmasın. Artistlik başka şey. Gözlerimiz bozuldu ama, ikisi arasındaki farkı görmeyecek kadar değil.
Bu hikayeden kendime de bir pay veya paye çıkarmıyorum. Bu bir sorunsa, az veya çok, herkesi kuşatan bir sorun.
Yeni bir laiklik ‘form’u mu gelişti şu geçen zaman içinde?
Bir ‘alan’ var. Din, iman, ibadet, maneviyat gibi ‘ulvi’ şeylerle haşır neşir olduğumuz bir alan.
Bu alanda bulunabiliyoruz. Kapısını açıp giriyoruz ve duruyoruz orada. Orada dururken, herkes harika! İhramda durur gibi, tertemiz.
Ama bu alan, yalıtılabiliyor. Kapısı kapatılıp çıkılabiliyor bu alandan.
Çıkınca, başka türlü olabiliyorsun. Rüşvet alabiliyorsun, verebiliyorsun. Haksızlık yapabiliyorsun. Sınavda adam kayırabiliyorsun. Malı götürebiliyorsun.
Dedikodu zaten yapıyorsun.
Laikliği nasıl tarif ediyorlardı? ‘Din ve devlet işlerinin ayrı olması.’
Yeni laiklik çeşidimiz nasıl? ‘Din ve dünya işlerinin ayrı olması.’
Hani, İsmet Özel, söylüyordu ya şiirinde, ‘Kaldırımlarda demokrat, otobüslerde dindar.’
(Tabii ki doğru İsmet Özel’in söylediği. Ama şimdi otobüsü gören kim?)
Benim söylemeye çalıştığım, aynısı değil. Benim söylemeye çalıştığım, kaldırımlarda yine demokrat, otobüslerde yine dindar.
Ama kazanırken...
Kazanırken uyanık.
Bu olmadı. Gereğinden fazla sempatik. Değiştirip , bir ‘devrimci’nin, Nuri Pakdil’in kullandığı kelimeyi seçelim. Selam ve saygı göndererek.
Kazanırken ‘anamalcı.’
Bu, gitgide yaygınlaşan, yerleşen, hakim olan hayat tarzı mı oldu? Düşünmek gerekir mi böyle şeyleri?
Herkes kendisi bilir. Ben, ‘herkes’in yerinde olsam düşünürüm. (Kendi yerimdeyken de, görüldüğü gibi düşünüyorum.)
Pazar günleri, zaman zaman güncel siyasetin dışına çıkıp bu konulara dokunacağım.
‘İslamcılık’ diyoruz ya... İslamcılığa biraz da buralardan bakalım.
Bakalım ne olacak.