Son günlerde okullara Osmanlıca dersi konulup konulmaması meselesi ilgi görüyor.
Beni de onyıllardır ilgilendiren ve çok önemsediğim bir mevzû. 1980’lerden bu yana defâlarca ele aldım ama şimdi bir kere daha kısaca değineceğim:
1930’lara, hattâ 40’lara kadar Türkçe dünyânın en âhengli ve en zengin dillerinden biriydi. Öztürkçecilik nevrozu ve yeni alfabemizin yetersizliği yüzünden bu iki vasfını sür’atle kaybederek iki boyutlu, ilkel ve üçyüz kelimelik takır-tukur bir mahalle arası lehçesine dönüşdü.
Alman Türkolog Otto Jastrow “iki”yi bile fazla görerek “tek boyutlu bozkır dilinedönüş”den bahsediyor.
Böyle bir lehçeyle ne doğru dürüst edebiyat ne felsefe ne ilim yapılabileceği bir yana alelâde gazetecilikde bile çuvallanacağı apaçık ortadadır. Bakınız artık “mülâkat” (interview) ile “röportaj”ı ayırdetmekden âciz “usta gazeteciler” ile dolu sütunlar.
Peki, çâre?
Çâre Osmanlıca tabii ama bâzılarının irkilerek zannetdiği üzere bir “Kâtib ÇelebîOsmanlıcası” değil!
Bakınız bugün elli yaşının altında olanlar bir Ömer Seyfeddin’i bir Süleyman Nazif’i, onu bırakınız, bir Necib Fâzıl’ı ve hattâ bir Kemâl Tâhir’i anlayamıyorlar!
O zaman yapılacak ilk iş okuma kitablarına 1850-1950 arası eser vermiş önemli yazar ve şâirlerimizden çok daha fazla örnekler koymakdır!
Çocuklar ve gençler bu metinleri “anlamak” için âzamî bin kelime öğrenmek zorunda kalacaklardır. Biz öğrencilerden, tamâmen yabancı bir dil olan İngilizceyi öğrenmeleri için en az iki bin kadar kelime ezberlemelerini istiyorsak ve bunda herhangi bir fevkalâdelik yoksa, anadillerine âid bin kelime daha öğrenmelerinde haydi haydi yokdur.
Ondan sonra merakları varsa gerisi kendiliğinden gelir, yoksa da bu kadarı orta halli düzgün bir Türkçe için yeterlidir.
Buna ilâveten alfabemizin eksiklerini gidermeliyiz!
Bir kere sirkonfleks/şapka (^) hem “uzaltma” ve hem de “inceltme” işâreti olarak kullanıldığı için karışıklığa yol açıyor. “Mutlakâ” yazınca gerçi A’yı uzaltıyorum ama KA’yı da inceltiyorum. Oysa ikisi birden nâdiren gerekli: KÂTİB’de olduğu gibi.
Onun için K’yi KEF olarak kullanıp Kaf yerine de Q’yu alsak rahatlarız. O zaman meselâ MUTLAQÂ yazarım ve karışıklık olmaz.
Açık ve kapalı E’ler de bence ayrılmalı. Açık E için şimdi kullandığımız işâreti, kapalısı için de meselâ noktalı E (Ë/ë) kullanabiliriz.
Misâl : “Ben geldim.” ama “Bënli Bëlkıs” gibi...
Bir de İstanbul Türkçesinde artık telaffuz edilmemekle berâber anlam bakımından hâlâ fonksiyonel olan “sağır nun” harfi var:
Bâzı kelimelerin genitif (-in hâli) ile ikinci tekil şahıs mülkiyet takısını yâhut ikinci ve üçüncü tekil şahısları ayırd edebilmek için. Meselâ “adamın” yazdığım zaman bu, ismin -in hâli mi yoksa “senin adamın” mı belli olmuyor. Yâhut “Geldiğini gördüm.” dediğim zaman “senin” geldiğini mi yoksa “onun” geldiğini mi belli olmuyor.
Bunun için de “sağır nun” yerine “tildeli N” (Ñ/ñ) kullanmak iyi olurdu.
Yâni (senin) “adamıñ” ama “Geldiğini gördüm.”
Bunun dışında eski harflerin öğretimine, istek olması durumu hâriç, gerek yokdur.
Şimdi diyebilirsiniz ki “Kardeşim, her iş bitdi de sıra buna mı geldi?”
Vallâhi, işler hiç bitmez ve öyle beklerseniz sıra ne ona gelir ne buna!
Ayrıca medeniyetin önemli özelliklerinden biri de bir işin ayrıntısına en az bütünü kadar özen göstermek değil midir?
Temennî: İnşallah bizim gazetenin makineleri benim bu yeni harfleri doğru görür de teknik bir ârızaya kurban gitmezler, âmin!
Bâzı işâretlerde olabiliyor çünki.