Cumhuriyet’in dış politikası uzunca bir süre ‘ayakta kalma’, yani ‘survival politikası’ olmuştur. Her ne kadar 1920 ve 30’lu yıllara “kuruluş yılları” dense de 1970’li, hatta 1980’li yıllarda bile dış tehditler kuruluş aşamasını aratmayacak derecede ölümcüldür.
Diğer taraftan ülkenin ekonomik, siyasi, sosyal ve askeri gücü bu saldırıları bertaraf edebilecek boyutlara bir türlü ulaşamamıştır. Türkiye bağımsızlığını ve bütünlüğünü kendi gücünden çok uluslararası sistemi istismar etmesi sayesinde koruyabilmiştir. Örneğin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’yi kurtaran Sovyet-Amerikan rekabeti olmuştur. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra ise galip devletlerin zayıflaması ve birbirlerine düşmesi Türkiye’ye yaramıştır. Hatay zayıf Suriye ve Türkiye ile uğraşmak istemeyen Fransa sayesinde geri alınabilmiş, Kıbrıs’ta Türklerin varlığı bile Rumlara karşı denge kurmaya çalışan İngiltere sayesinde olmuştur.
Kısacası Türk dış ilişkilerinde askeri ve siyasi araçları içeren ‘sert güç’ veya daha sofistike araçları da içeren ‘yumuşak güç’ kullanımından bahsetmekten çok elde avuçta ne varsa bunlarla hayatta kalma çabasından bahsedilebilir. Bu nedenle Türk diplomasisi uluslararası rekabetleri istismar etmede ve olaylı bölgelerden uzak durmada diğer pek çok ülke diplomasisi ile kıyaslandığında çok daha başarılı olmuştur.
Yumuşak Güç’e geçiş
Türkiye’nin Ortadoğu politikası da onlarca yıl ‘bölgeden olabildiğince uzak durma’ politikası olarak gerçekleşmiştir. Askeri konulardan özellikle kaçınan Türkiye, bir ülkenin çekiciliği ve silahsız etkileme gücü olarak da tanımlanabilecek olan ‘yumuşak güce’ ise başvurma yetenek ve imkânlarından büyük oranda yoksundur. Ankara etnik, dini ve kültürel alandaki yumuşak güç potansiyellerini kullanmaktan bile kaçınmıştır.
Soğuk Savaş biterken bu tablo bir nebze değişmiş ve Özal’ın kurdurduğu TİKA, TRT-INT ve benzeri girişimler bölgede Türk yumuşak gücünün temel taşlarını oluşturmuştur. Orta Asya ve diğer coğrafyalarda kurulan Türk okulları ve işletmeleri Türkiye’nin dış dünyadaki çekiciliğini ve nüfuz sahasını arttırmaya başlamıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde ise toparlanan Türkiye sosyal ve kültürel gücünü daha fazla dünyaya aktarma imkânını bulmuştur. İhraç edilen Türk dizileri, sayıları yüzü geçen okullar, milyarlarca dolarlık yardım kuruluşları, TİKA faaliyetleri, doğrudan yatırımlar, Arapça TRT ve 130 milyar doları aşan ihracatımız söz konusu değişimin bazı kanıtlarıdır. Bu bağlamda Türkiye’nin özellikle Ortadoğu politikasında bahsi geçen araçlar daha fazla işe yaramaya başlamış ve yeni dönem Ortadoğu politikası daha çok ‘yumuşak güç’ üzerine kurulmuştur. İyi de olmuştur. Bu sayede Türkiye düşman ülkelerin bile eş zamanlı dostluğunu kazanabilmiştir.
Kırılma anları
Mavi Marmara ve Davos Kriziise yukarıdaki tablodaki kırılmalardır. Suriye ile ilişkilerin bozulması ise esas kırılmayı teşkil eder. Bu olayların her birinde Türkiye yumuşak gücünden ziyade sert güce, yani askeri ve siyasi araçlara başvurmuştur. Elbette dış ilişkilerinizde kullanacağınız araçlar yere ve zamana göre değişebilir. Ancak bu noktada tekrar sormamız gerekir, Türkiye Ortadoğu’da sert güç unsurlarını kullanmayı uzun süre sürdürebilir mi? Ayrıca unutmamak gerekir, bahsi geçen unsurları kullanabilmeniz için sağlam bir altyapıya da ihtiyacınız vardır. Örneğin Suriye’ye bu kadar sert çıktığınızda, yankısı Şam’ın bir mahallesinde hissedilmelidir. Veya bir geminiz İsrail sularına yol aldığında arkasında askeri bir firkateyn süzülebilmelidir. İstihbaratınız Suriye’deki tüm telefon konuşmalarını dinleyebilmeli, ayrıca kullandığınız sert güç diğer ülkeleri sizden uzaklaştırmamalı, tam tersine size yaklaştıran saygıyla karışık bir korku üretebilmelidir.
Benim görüşüm Türkiye’nin hala zamana ihtiyacı olduğu yönündedir. Türkiye’nin geleceği parlaktır. Ancak gücü gelecekten avans almak mümkün değildir. Ayrıca Türkiye’nin askeri ve siyasi altyapısı hala eski ve döküntü bir altyapıdır. Böyle bir altyapıyla sert güç unsurlarına kaymak hayalkırıklıklarına yol açabilir.