İki yıl evvel Tunus’tan Kahire’ye, Bingazi’den Şam ve Sanaa’ya Arap kalabalıkları sokaklara akın ettiğinde, çoğu insanı şaşırtan “temkinli bir iyimserlik” içine girdim. Olayları öncelikle yerel etmenlerle açıklayan hakim “siyasi” analizlerin büyük bir hata oldukları ortaya çıkıyor ve ne yazık ki her geçen gün, benim ilk değerlendirmemi doğruluyor. Şimdi her tarafa yayılmış olan iç gerilimlerin şiddetli ışığında görülüyor ki “Arap devrimleri”nin hızı kesildi; bölgesel “bahar” bir yanılsamanın çok da ötesinde değil. Tabii ki daha çok zaman geçmeli; sonuç kestirilemez. Fakat açık olan bir şey var: Ortadoğu ve Kuzey Afrika son 30 yıldır hiç bu kadar zayıf, kırılgan ve istikrarsız olmamıştı. Politik istikrarsızlık; yolsuzluk, borç, işsizlik ve yoksullaştırma ile harap olan ulusal ekonomik krizlere de yansıdı. Ortadoğu’yu gelecekte ne bekliyor? Onların halklarına ne olacak; ya Filistinliler’in kaderi?
Mısır derin bir krizin eşiğinde ve durumu kritik. Başkan Mursi, onu politikalarını uygulamaktan alıkoyan ve hatta yeni bir seçim çağrısı yaparak konumunu şüpheli hale getiren hukuk sistemini ve silahlı kuvvetleri etkisizleştirmek için, ilginç biçimde eski Başkan Mübarek’in alışılmamış imtiyazlarını hatırlatan “geçici” yetkiler üstlendi. Yeterince doğru; her düzeyde kurumsal müdahale ile birlikte muhalefet partileri, idareyi imkansız hale getirdiler. Yakında başkanın önlemlerinin gerçekten “geçici” olup olmadığını ve demokratik geçisi hızlandırmak için mi yoksa diktatörlüğe geri dönem için mi tasarlandıklarını göreceğiz. Netice ne olursa olsun Mısır hareket alanı dar ve kırılgan gibi görünüyor. Tıbbi terimlerle, ülke yoğun bakımda, varlığının devamı söz konusu, ekonomisi havasız kalmış durumda ve bir gelecek vizyonu yaratmaktan aciz.
Tunus biraz daha farklı. Özgürlük ve açık fikirli laikler ile devrimci İslamcılar’ın anlaşılabilir bir ittifak kurmaları umudu yüksekti. Fakat uzlaşmaz ve hatta radikal hiziplerin darbeleri sert oldu. Zamana karşı yarışan hükümet bir kumar oynadı ve kaybetti; herşey erken seçim olduğu takdirde kaybedeceğine işaret ediyor. Kitlelerin sabırsızlığı anlaşılabilir fakat her iki taraftaki popülistlere kapı açabilir. Literalist Selefiler ve Cihadiler gibi laik köktenciler, hükümeti ve ülkeyi istikrarsızlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Hükümet, ideolojik rüzgar ne zaman başka yerden esse eğilip bükülüyor. Hiçbir tekil güç, krizi hafifletecek bir ekonomik ve sosyal politika tasarlayamıyor.
Tunus bağışlara bağımlıyken, Libya aşiret ve kabile çatılmalarıyla bölünmüş halde. Sadece Amerika, Fransa ve İngiliz çıkarlarının hayrı için petrol endüstrisi emniyet altına alındı. Acımasız bir çatışma Suriye’yi harabeye çevirdi; Ürdün’deki kitlesel gösteriler monarşinin iktiadarını sallıyor. Yemen bir çıkmazda. Lübnan ise tehlikeli bir bölünmeden geçti ve İran uluslararası yaptırımlar yüzünden zayıfladı.
Artık uluslararası siyasi ittifaklar, Sünni-Şii çatlağı açısından analiz ediliyor. Bir zamanlar “Arap baharı” olan şey artık politik istikrarsızlık, ekonomik vizyon yoksunluğu, bölgesel aktörlerin bir arada çalışamaması ve mezhep bölünmeleriyle artan bir yerel zayıflık mevsimi haline geldi. Demokrasi yolu engellerle, tuzaklarla ve yeni bağımlılıklarla dolu. Ve Ortadoğu’nun tam kalbinde İsrail, cezadan muaf biçimde hareket etmeye devam ediyor, iç siyasi krizlerini Gazze’ye saldırarak çözüyor ve Mısır himayesi altında varılan bir ateşkesi kabul etmenin faydasını görüyor. Rakiplerinin zayıflığı zaman kazanmasına ve Kudüs ve İşgal Toprakları’nı yavaş yavaş kolonileştirmeye devam etmesine imkan veriyor. BM’de Filistin’in yeni ve enteresan bir konuma gelmesinin tanınması, bu modern zaman trajedisine ikiyüzlülük ve aşağılama katıyor. “Üye olmayan gözlemci” olarak Filistin kendi yokoluşunu mu gözlemliyor? İsrail kısa vadede açıkça fayda sağlarken, sahte Arap baharı Filistin kışına dönüşüyor.
Mevcut geçiş dönemi, artan risklerin ve keskin çelişkilerin dönemi. Zaman gerekiyor fakat yok. Ortak, dinamik bir bölgesel mimari, ulusal ve ulusalcı politikaların yerini almalı. ODKA ülkelerini kuşatan krizler iç bölünmeler doğuruyor. Yalnız bir uzlaşma politikası ve siyasi partiler, politik aktörler ve ekonomik temsilciler arasında varılacak bir birlik, bölge ülkelerini mevcut karmaşa ve istikrarsızlıktan kurtarabilir.
Halklar hem analitik hem de demokratik olarak tetikte olmalı. Halk hareketleri güç kazanıyor ve duygusal, aceleci, ikili ve çoğunlukla kör tepkiler vermeye itiyorlar. Siyasi ve dini liderlerin, aydınların ve öğrencilerin, meşru mücadelelerinin kalbindeki kadınların ve sıradan vatandaşların büyük sorumlulukları var. Kendi kaderlerinin efendisi olmalılar. Eğer demokratikleşmenin bir anlamı olacaksa, bu özgürlük ve sorumluluk açısından olmalı. Sıkıntı veren krizler sebebiyle Batı’yı, komşu ülkeleri ve “güçleri” suçlamaya son vermenin zamanı geldi.
Büyük Güçler’in ayaklanmalarda rol aldığı kuşkusuz; büyük ölçüde etkili olmaya devam ediyorlar ve kendi çıkarlarını, diktatörlük veya demokrasi olsun olmasın, desteklemeye devam ediyorlar. Acılı bir geçiş sürecinde olan ODKA ülkeleri artık kaderleriyle yüzleşmeliler. Fakat hem Batı ülkelerinin hem de Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in, yani Büyük Güçler’in stratejik planlarının ötesinde bu ülkeler, kendi kaderlerini ellerine almak için tarihi bir fırsatları yakaladılar. Yeni bir bölgesel güç dengesi kurabilir ve dini kaynakları yeni bir biçimde ele alabilirler. Kültürel ve sanatsal yaratıcılığı övmek için, yeni ortaya çıkan çok kutuplu ekonomik düzenden istifade edebilir ve kendi halklarının refahlarını ve üstün çıkarlarını ciddiye alabilirler.
Nereden başlamalı? Gerçek bir özgürleşme süreci, entelektüel ve psikolojik bir devrimle bu ülkeler, özgürleştiklerinde meşruiyet ve hoşgörü arayışlarını sürdürmeliler ancak öncelikle Batı’nın onayını alma takıntısından kurtulmalılar. Bugünkü dünya düzeninde, ODKA ülkeleri yeni, inandırıcı alternatif politikalar ortaya koymalı ve çığır açmalılar. Eğer ODKA ülkelerinin demokratikleşmeleri sadece bir taklit meselesiyse ve Batı demokrasilerinin krizlerini kopyalayacaklarsa, gelecek karanlık demektir. Eğer Afrikalılar ve Araplar kendi tarihlerinin, hatıralarının, dini ve kültürel referanslarının, dillerinin ve tekilliklerinin dehası ile barışırlarsa, umut olacaktır. Mesele bedeli ne olursa olsun sevilmek veya kabul edilmek değil; mesele sonunda kendi koşullarıyla varolabilmek.
*Bu yazı STAR Gazetesi için kaleme alınmıştır.