Türkiye Cumhuriyeti çöken bir imparatorluktan kurtarılabilen topraklar üstünde kuruldu. 1913 yılında 4 milyon 980 bin km2’lik alana yayılan devlet 10 yıl sonra 779 bin 452 km2’ye indi. Bu şartlar altında Türkiye’nin revizyonist olması beklenirdi. Ancak Cumhuriyeti kuran kadro makul ve gerçekçi nedenlerle kurtarabildikleriyle yetinmeyi ilke edindi.
Yine de Musul ve Hatay’ı istedi. Birinden 1926’da vazgeçerken, diğerini 1939’da topraklarına katmayı başardı. Kıbrıs’ta da taksimi uzun yıllar politika olarak benimsedi. Ama Türkiye’nin temel prensibi yayılma değil topraklarını koruma oldu. II. Dünya Savaşı öncesinde İtalyan, sırasında Alman, sonrasında da Rus yayılmacılığından endişe etti. Parçalanmaktan hep korktu. Sévres’i kolektif aklından hiç çıkartmadı.
***
Bir kaç istisnayı saymazsanız yakın zamana kadar etnik ya da din kardeşleriyle ilgilenmemeyi, aidiyet üstünden siyaset yapmamayı tercih etti. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında güney komşuları İngiltere ve Fransa olduğu için Arap dünyasına karşı büyük ölçüde ilgisiz kaldı.
II. Dünya Savaşı sonrasında önüne İsrail-Filistin sorunu çıktı. Elinden geldiğince kendini sorun dışı tutmaya gayret etti. Araplar arasındaki sorunlara agnostik ve biraz da oryantalist bir tavırla yaklaştı.
Arap milliyetçiliğinin kendini Türkiye karşıtlığında tanımlaması, İslamcılığın Kemalizmi laikliği yüzünden eleştirmesi ve tabii ki bizim Batılılaşmak, muasırlaşmak arzumuz doğuyla, daha doğrusu Ortadoğu’yla aramıza duygusal mesafe koymamıza yol açtı.
Sorunlarıyla birlikte düşünüldüğünde Ortadoğu Türkiye eliti için “bataklık” metaforu ile anlatılan bir yer haline geldi. Bataklık üstüne bastığınızda sizi içine çeken yer olduğu için kaçınılması zorunlu olan mekânsal ve zihinsel bir “terra incognita” olarak görüldü.
Soğuk Savaş sona erdiğinde Türkiye “doğusuyla” barışmaya başladı. Çöken Sovyet coğrafyasındaki etnik kardeşlerini keşfetti. Irak’ın Kuveyt’i işgali bizi biraz Ortadoğu’ya çekse de asıl değişim AK Parti iktidarıyla birlikte geldi.
Bir miktar onların iradi tercihlerinden ama büyük ölçüde 11 Eylül 2001’de yaşanan büyük şoktan ötürü Türkiye Ortadoğu’ya yakınlaşmaya başladı. Önce emsal gösterildi, derken sorunlarına çareler üretmeye çalıştı, çok geçmeden de sorunlarının parçası oldu.
Filistin çözüm yolunda ilerlerken, Amerika 2003’de Irak’ı işgal etmeye çalışırken, Türkiye’nin ilişkileri bölge ülkeleriyle iyiyken, yani siyasetten etki, ticaretten para kazanırken Ortadoğu’nun bataklık olduğu unutulmuştu. Ne zaman ki sorunlar çoğaldı, ne zaman ki bu sorunlar üstünden içeride siyaset yapma imkanı doğdu bataklık metaforu yeniden hatırlandı.
İktidar Türkiye’yi bataklığa saplamakla suçlandı. Eski bilinmezci, oryantalist tavır bir kez daha canlandı. Oysa bugünün dışa açık, dünyayla ticaret yapan, dünya siyasetinde söz hakkı talep eden Türkiye’sinin eski Türkiye gibi içine kapanmasına, çevresinde olan bitene karşı tavırsız kalmasına imkan yoktu.
***
Eleştirilmesi gereken bölgeyle Türkiye’nin angaje olması değil, angajmanın niteliği, bu niteliğin değişen koşullara uyum sağlamaması olmalıydı. Muhalefet geçmişte sessiz kaldığı, hatta desteklediği politikaları eleştirmek yerine geleceği şekillendirmek için öneriler geliştirmeliydi.
İsrail ile yakınlaşmanın desteklenmesi, Suriye ve Mısır’daki seçimden anlam çıkartılması, İran’ın Batı ile barışmasının Türkiye için ne ifade edeceğinin söylenmesi, El Fetih-Hamas uzlaşmasına nasıl yardımcı olunabileceğinin anlatılması, IŞİD karşısında ne yapılabileceğinin konuşulması gerekirdi.
Ama muhalefet geleceğin şekillenmesinden çok geçmişi bugünkü gerçeklik üstünden yargılamayı tercih etti. Ortadoğu böylesi derin krizlerle sarsılırken tek tavsiye ettiği bataklığa saplanmamak oldu. Umarız Ekmeleddin İhsanoğlu’nun saflarına katılmasıyla eleştirel fakat sorun çözücü bir politika izlerler, Ortadoğu’yu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırlar...