Türkiye bir yandan Balyoz Davası’nda çıkan kararları ve bundan sonraki hukuki ve siyasi süreci tartışıyor. Diğer yandan birkaç gün sonra gerçekleşecek olan AK Parti kongresini bekliyor.
Balyoz Davası’nda hukuki sürecin en önemli basamağı Yargıtay aşaması. Sadece sanıklar değil, kendisini bir şekilde davanın mağduru olarak görenler de temyiz sürecinde Balyoz kararlarının bozulacağına inanıyor. Diğer yandan yüksek yargının bu kararları onaylayacağına inananların sayısı da bir hayli fazla. Sonuç itibarıyla bu davanın başından itibaren ortaya çıkan bir ayrışmanın yansıması tüm bunlar.
En kötüsü de bu kadar önemli bir dava sürecinin, sanık yakınlarının mağduriyeti gibi bir zeminde tartışılmaya zorlanması. Kimsenin sevinçten zıplamasına hoş bakmıyorum. Ama bir hukuk davasının karar süreci, sanık yakınlarına ve onların üzüntüsüne göre ele alınamaz. Peki bu kritik diye adlandırdığımız davalar bize ne söylüyor. Sadece mahkumiyetler ve ardından ortaya çıkan tepkiler mi? Yoksa daha fazlası mı.
Kuşkusuz gerçek bunlardan çok daha fazla gibi görünüyor. En azından kendi payıma başından itibaren Türk ordusunun merkezinde yer aldığı kritik dava süreçlerini böyle okuyorum. Peşinen ifade edeyim; bu ülkede darbe ve benzeri hukuk dışı girişimlerin, gayrı meşru operasyonların, Ergenekon ve Balyoz başta olmak üzere önemli davalara yansıyandan çok daha fazla olduğuna inanıyorum.
O bakımdan bu hesaplaşma son derece hayırlıdır.
***
Öncelikle, kim ne derse desin bu saatten sonra Türk ordusunun adeta genlerine işleyen ‘Bu ülkenin kaderi ve geleceği senin elindedir’ anlayışı önemli ölçüde kırılmıştır. Karıştırmayalım; bu söylediğim anlayış görüntü itibarıyla son derece masumdur, hatta çoğu zaman darbe planı filan da içermez. Ancak darbelere ve benzeri hukuk dışı girişimlere kaynaklık eden asıl zemin burasıdır. Darbecinin güç aldığı ve yaslandığı taban ve zihniyet budur.
İkincisi, bununla paralel bir başka anlayış, yani ordunun siyasete etki etme ya da doğrudan müdahalesini meşru gören yaklaşım da gücünü önemli ölçüde yitirmiş ve ordu deyim yerindeyse gerçek sınırlarına çekilmiştir. Bu geri çekilmeyi bir yenilgi psikolojisi üzerinden sunmak isteyenler, ‘ordunun terörle mücadele edecek takati kalmadı, moral olarak çökmüş durumda’ teziyle, eski günlere dönmenin özlemini yansıtsa da, iş işten geçmiştir.
Üstelik tam aksine, ordunun üzerine vazife olmayan işlerin yükünden kurtulup, siyasi iradeye tabi olarak gerçek yükümlülüklerini yerine getireceği bir döneme giriyoruz.
Taşlar yerine oturacak, eski alışkanlıkların kırılması zaman alsa da ordu, siyasetin parçası olarak değil, ortaya koyduğu vizyonun uygulayıcısı olarak yoluna devam edecektir. Ayrıca TSK, tıpkı diğer güvenlik kurumlarında olduğu gibi, kendi insanına karşı örgütlenen bir anlayıştan, bir büyük ülkenin ufkuna destek olan bir yapılanmaya doğru değişmek zorundadır.
***
Resmi biraz daha büyütelim. Üç aşağı beş yukarı Soğuk Savaş döneminin kodlarıyla şekillenen üst düzey komutanların neredeyse tamamı, ordunun dışında kaldı. Bu ne anlama geliyor? Türk ordusunun bu kadar köklü bir değişim geçirmesine neden olan etkenler ve aktörler nelerdir?
Bunlar Türkiye’de yeterince tartışılmıyor. Zaten geniş kesimlerde ele alınmasını da beklememek lazım.
Ancak bu büyük değişimin, Türkiye’nin etrafında şekillenen yeni coğrafyayla ilgisi olduğunu, ordunun içinde yaşanan bu büyük tasfiyenin ardından gelen ‘yeni’ komuta kademesinin, içeriden çok dışarıya bakacağını başlangıç olarak söyleyebiliriz.
Devamını tartışmak için biraz daha zamana ihtiyacımız var.