Dış politikanın inişli çıkışlı dönemleri vardır. Bazen hamle sırası karşı tarafa geçer. Bazen daha kötüsü olur, hamle üstünlüğünü kaybedersiniz. Önemli olan ‘oyun kurucu’ olarak masada kalmayı başarabilmektir.
Türkiye’nin bölgesinde oyun kurucu role sahip olması ve bunun küresel ölçekte karşılık bulması, belli çevrelerde ciddi rahatsızlık uyandırdı. Rahatsızlık duyanların elbette kendi içimizde de uzantıları var ve bunların fırsat buldukça hamle yapmaları da kaçınılmazdı.
Nitekim öyle de oldu. Suriye ve Irak başta olmak üzere Ankara’nın oyun kurucu rolünün öne çıktığı, hemen tüm uluslararası zeminlerde görüşlerinin dikkate alındığı ve bunun giderek sahici zeminlere oturmaya başladığı bir dönemde, kelimenin tam anlamıyla büyük bir ‘operasyon’ ortaya çıktı.
Bu ‘operasyon’, uluslararası belli güç merkezleri üzerinden son derece dikkatle planlanan, içerideki müttefiklerinin de aynı dikkatle seçildiği, pek çok ayrıntının hesaba katıldığı özelliklere sahip. Sermaye-medya-sanat dünyası eksenindeki bazı ilişkilerin fütursuzca sergilendiği, hatta ortaya saçıldığı bir hamleden söz ediyoruz.
Banka reklamlarından milyon dolarlar alan bir ismin, ayaklanmaya öncülük ettiği, benzer isimlerin sosyal medyadan ona destek verdiği, belli bir medya grubunun akıl almaz bir yalan, manipülasyon ve abartmayla onları öne çıkardığı bir operasyon; nasıl olur da uluslararası sistemin kirli çarklarıyla ilişkili olmaz. Tam aksine ve en net biçimde yazalım. Bu operasyon, özellikle bir Avrupa ülkesinin öncülüğünde ve onun ülkemizdeki sermaye-medya ilişkileriyle tezgahlanmış; Kraliyet tarafından ise kelimenin tam anlamıyla bir ‘terbiye’ hamlesi olarak sahnelenmiştir.
Hedef, belli bir katmanda Başbakan Tayyip Erdoğan’ı tasfiye etmek olarak dillendirilmiştir. Nitekim sokaklara dökülenler, bunun mümkün olduğuna Tahrir gibi saçma sapan benzetmeler üzerinden ikna edilmiştir. Ancak belli bir güç odağı var ki, onlar esasen Erdoğan’ı bu şekilde tasfiye etmenin mümkün olmadığını herkesten daha iyi bildikleri için, bu hareketliliği ‘terbiye’ amacıyla kullanmayı hedeflemiştir. Buna dilerseniz Berlin ve Londra farkı da diyebilirsiniz.
Bugünlerde gerek sokağa öncülük etme anlamında çırpınanları, gerekse artık perde arkasına bile ihtiyaç duymadan işi yönetip yönlendirme gayretinde olanları dikkatle bir kenara not etmek gerekiyor. Bu, istihbarat ya da güvenlik anlamında bir not alma değil elbette. Söz konusu ilişki zincirinin halkalarında yer alan hemen her isim ve kesim, önümüzdeki dönemde bu faaliyetlerini yeniden icra etmenin ve üstüne bir tuğla daha koymanın (daha doğrusu yıkmanın) peşinde olacaklardır.
Sermaye korkaktır, tabiatı böyledir. Ama eğer olup biteni kendi aleyhinde görüyorsa ve hele bizdeki gibi milletin değil, belli odakların uzantısı olarak yoluna devam ediyorsa, mevcut iktidarı yıkmak için her türlü işbirliğine başvurmaktan çekinmeyecektir.
Koca koca adamların çıkıp ‘ben de çapulcuyum’ diye ortalıkta gezinmesi, yakın gelecekte kendi çıkarlarının sarsılacağını birilerinin kulaklarına üflemiş olmasından başka bir nedenle açıklanamaz.
Nasıl bir alanı, hangi dinamikleri ve ne tür araçları kullanıyorlar sorusunu da soğukkanlı biçimde tartışma zamanıdır. Bu işi basit bir ‘sosyal medya üzerinden haberleşiyorlar, sonra sokağa çıkıyorlar’ fotoğrafıyla okuyamayız. Önce dinamikler, sonra aktörler ve elbette kullanılan araçlar üzerinden daha kapsamlı analizlere ihtiyacımız var.
Devam edebilmek umuduyla...