Bu coğrafya kendi genetiğiyle barışmanın, mazisini hatırlamanın ve alnındaki secdenin anlamını yeniden keşfetmenin eşiğinde. Milletin sesiyle, köküyle, imanıyla tekrar buluştuğu her an, birilerinin de uykusu kaçıyor.
Ne zaman bu millet tarihini kucaklamaya niyetlense, ne zaman geçmişiyle yüzleşmek değil, helalleşmek istese, aynı köhne zihin, aynı kokuşmuş koro, benzer melodiyi çalmaya başlıyor: "Tevfik Fikret'in çocukları susar mı sandınız?"
Tevfik Fikret kimdi ve neyi savundu? Bu ülkenin çocuklarına neyin mirasını bırakmak istedi?
Galatasaray Lisesi'nde sadece edebi eserler bırakmadı; bir zihniyet tohumu ekti.
Halktan, milletten ve medeniyetimizin asli damarlarından tamamen kopuk yaşadı. İttihatçıların "poster çocuğu" hâline getirildi. Öyle ki Sultan Abdülhamid'e duyduğu düşmanlık, neredeyse dinî bir vecibeye dönüştü.
Tevfik Fikret, Tanzimat ve Meşrutiyet'in ihanetle cilalanmış batıcı kafasının en rafine örneğidir.
Galatasaray'daki odasından Boğaz'a bakarak Anadolu'nun çamuruna burun kıvırdı.
Bugün Tevfik Fikret'in adıyla yürüyen her adım, geçmişin hesaplaşılmamış ideolojik mirasını güncelleme çabasıdır.
Galatasaray Lisesi'nde açılan o pankartlar, bir şiir değil; bir itiraf, bir hedef, bir niyet beyanıdır.
Bugün "Tevfik Fikret'in çocukları susmaz" diye sokaklara dökülen güruh, Gazze'de beş yaşındaki çocuğun başına sıkılan kurşuna sağır.
O çocukların üzerine bombalar yağıyor, minik bedenler enkaz altında nefessiz kalıyor... ama bu "susmayanlar", Fikret'in mezarında çiçek açtırmak için sokaklara dökülüyor.
Çünkü onlar mescit için değil, müze için haykırır.
Allah için değil, Avrupa için bağırır.
Gazze için değil, Galata için ağlar.
Tevfik Fikret şiir yazmadı. O, ihanetin, inkârın, batıya kulluğun mısralarını döktü.
O camiye değil, kiliseye secde etti.
O Allah'a değil, Fransız filozoflarına secde etti.
O, bu milletin tarihine "vampir", camisine "karanlık", atalarına "cani" dedi.
Tevfik Fikret'in Aşiyan'da yazdığı her kelime, bu milletin imanına sıkılmış bir kurşundu.
Gazze'de çocukların üzerine yağan bombalar gibi.
O kalemle vurdu, Netanyahu füzeyle.
Biri ruhu öldürmeye kalktı, diğeri bedeni.
Biri zihinleri işgal etti, öteki şehirleri.
"Tevfik Fikret'in çocukları susmaz" diyorlar. Susmasınlar!
Neden ısrarla çocuklarımızı "onun bunun çocuğu" ya da "askeri" yapma telaşındalar?
Hakaret değil bu; bir zihniyet teşhisi. Onlar ısrarla "birilerinin çocukları" ya da "askeri" yaftalamasını tercih ettiği için zihinsel bir kopuşun, bir kimlik krizinin adını koymaya çalışıyorum.
Kimi nesep sorunu yaşar, kimi nasip. Bizim meselemiz soy değil, boynu batıya eğilmiş zihinlerin doğurduğu nesillerdir.
Hangi susturulmuş hakikatin sesini bastırmak için bağırıyorlar? Bunu da unutmasınlar!
Bu "susmayanlar" kimin çocuğu? Fikret'in mi, Firavun'un mu, Nemrut'un mu, şeytanın mı?
Bu millet Fikret'in çocukları değildir; Mehmet Akif'in duasıdır.
Mehmet Akif Allah'a secde etti, Tevfik Fikret iblise.
Mehmet Akif "Allah" dedi, Tevfik Fikret "Avrupa."
Mehmet Akif "iman" dedi, Tevfik Fikret "batı."
Mehmet Akif öksüz çocuklara Kur'an öğretti, Tevfik Fikret kendi çocuğunu bile ateist yetiştirdi.
Gençlik Gazze'de "Allah" diyen çocukları mı örnek almalı, yoksa Tevfik Fikret'in fikir fahişeliğinde zihinlerini kiraya mı vermeli?
Bugün Siyonist bir subayla Tevfik Fikret karşılaşsaydı, "Sen Filistin'i temizle, ben bu milletin ruhunu" diye birbirlerine göz kırparlardı.
Biri Gazze'de camiyi yıktı, diğeri şiirle camiyi yok saydı.
Bu ülkenin çocukları, ne Tanzimat'ın aşağılık kompleksli batı hayranlığını ne İttihatçıların pozitivist hayranlığını ne de Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki inkılap zorbalığını taşımak zorunda değildir.
Mesele, kimin sustuğu değil; kimin neyi susturduğudur.