Brooklyn bu yılın Oscar adayları içinde vizyona giren son film. En İyi Kadın Oyuncu dalında Saoirse Ronan’a Oscar adaylığı getiren filmin başarısı es geçilemez.
FİLMİN KÜNYESİ
Yönetmen: John Crowley
Senarist: Nick Hornby
Oyuncular: Saoirse Ronan, Domhnall Gleeson, Emory Cohen, Hugh Gormley
Yapım: 2016, İngiltere, İrlanda, 111 dk.
Öyle filmler seyrediyoruz ki kendi başarılarının dışında bizim memleket sinemasının zayıflıklarını da ortaya çıkarıyorlar. İşte Brooklyn de bu filmlerden biri. Önce başrol oyuncusu olan Saoirse Ronan’ın Oscar adaylığıyla ismini duyurdu. Tabii bütün dikkatleri üzerine çeken filmi Oscar törenleri yüzünden ocak ayında seyrettik biz. İngiliz ve İrlanda ortak yapımı olan filmin sinemasal dili bu iki ülkenin memleket sinemasının kalın çizgilerini taşıyordu. Daha durağan ve Hollywood’un o cafcaflı tarzından çok farklı. Seyrettiğimde her ne kadar oyuncu performanslarını çok beğensem de Oscar’da şansı olduğunu hiç düşünmedim. Oscar’ın kendi iç dinamiklerinin böyle sonuçlar vereceğine inanıyordum, öyle de oldu.
O dönemi iyi yansıtmış
Bunun dışında filmi izlediğiniz de gerçekten sinemanın sanatsal değerlerini içinde barındırdığını görüyorsunuz. Her şeyden önce filmin geçtiği dönemi ve ülkeleri o kadar iyi ve derinlemesine anlatıyor ki, bütün sosyal dengeleri öğrenebiliyorsunuz. 1950’lerde İrlanda’dan ABD’ye göç eden bir genç kızın bu yeni ortama uyumu, daha sonra ailevi bir sebepten döndüğü ülkesi ile ABD arasında kalışını samimi bir dille anlatıyor yapım. Tabii ki içinde romantizm var ama inanın o romantizm bile o dönemin standartlarını ve toplumsal yapısını anlatıyor.
Almanya göçü gibi
Saoirse Ronan’ın canlandırdığı Eilis karakteri maddi zorluklar yüzünden ailesini terk edip Brooklyn’e göç eder. Bütün İrlandalılar’ın komün oluşturduğu bu bölgede göçmen erkeklerin hayatı, yalnız kadınların oluşturduğu topluluklar ve tabii iş meselesi hiç sulandırılmadan anlatılmış. Bulduğu iş ve kaldığı pansiyonda kendince bir hayat kuran Eilis bir diğer göçmen grup olan İtalyan-Amerikalı Tony ile karşılaşınca hayatının neşesini de bulmuş olur. Ablası öldüğü için yeni kurduğu hayatı bırakıp ülkesine dönmek zorunda kalır. Annesini yalnız bırakmamak için İrlanda’da kalmak da bir seçenektir. Üstelik yaşadığı kasabanın zengin ailesinin oğlunun ilgisi de onun üzerindedir. Özellikle ABD’de tecrübe ettiği hayat ona kendine güven duygusu vermiştir. Bu, kasabadaki insanların da dikkatini çeker. Artık Eilis’in karar vermesi gerekir. Ya zengin kocayla evlenecek ama İrlanda’nın katı kurallarının işlediği hayatı kabul edecek ya da yeni bir insan olduğu ABD’ye dönüp kişiliğini oturtacaktır. Bu filmi seyrettiğimde Türkiye’nin kırılma noktalarından biri olan büyük Almanya göçü aklıma geliyor. Aynı filmdeki gibi 1950’lerde Türkiye’den göç eden işçilerimiz orada küçük bir vatan kurdular, daha sonra geri dönenler, onların çocukları bizim ülkemizi de etkilediler, değiştirdiler.
Sinema sadece eğlence değil
Peki bizim sinemamız bunu anlatan ne yaptı. Elimizde Almanya Acı Vatan, Berlin Berlin gibi birkaç film dışında ne var. Bu filmlerden Almanya’daki sosyal hayat hakkında ne öğrendik. Buradan giden işçilerin terk ettiği hayat hakkında ne biliyoruz. Kısacası sinemamız 1950’lerdeki Türkiye, Almanya hakkında bu filmlerde bize ne verdi? Cevabı kısa ve acı. Halbuki sinema bu dediklerimizi bize hatırlatmak için var. Toplumun, insanın aynası olduğu için değerli. Sadece eğlence değil sinema. Bu mecranın belki de en önemli yanı insanın insanı tanımasına yardım etmesi. Hollywood boşuboşuna dünya tarihini çektiği filmler ile yeniden yazmıyor. Brooklyn filmini seyrettiğimizde inanın hikayenin sadece yarısını seyrettiğimiz halde Amerika’da İrlanda göçmeni insanların nasıl yaşadığını, İtalyan ailelerinin kendi dengelerini, bu iki göçmen sınıf ile ABD toplumunun nasıl kesiştiğini anlıyoruz. Yetmiyor İrlanda’dan bu kız niye göç etti sorusunun cevabını da buluyoruz. Sebep sadece fakirlik değil. İrlanda toplumunda kadının yerini, bağnazlığı, kasaba yaşamanın kısılmışlığını da görüyoruz. Ah benim sinemam, sen nerelerdesin onlar nerede?