Kaç gündür Nâhit Rıfkı Ayrancı’nın o hârikulâde mısrâları dudaklarımdan düşmüyor.
“Yaş yetmiş beş, yolun son ucu eder.
Bir hayat sönmek üzere büsbütün.
Kırk yaşında yediğimiz herzeler
Tut ki ekşimesi bir şişe sütün
Heder oldu onca günahlar heder!”
Mübârek sanki benim için yazmış...
Hele devâmı:
“Belime bir taş mı bağlandı ne var?
Benim mi, Tanrım, şu ülserli, miğde?
Ya dizkapaklarımdaki ağrılar?
Neden tad yok artık pişkinde çiğde?
Neden yavan bayıldığım enginar?”
Hazır edebiyatdan açılmışken; enginar pişirmek öyle her ben’im diyen aşçının harcı değildir. Bayağı bir ince san’atdır; onu da eklemiş olayım!
Yaşlanmanın ise öyle sanatla manatla alâkası yokdur.
Tam tersine!
Yaşlanmak beceriksizlik alâmetidir!
İnsanların yaşlandıkça akıllandıkları iddiası da palavradır; ben kendimden biliyorum.
Bilâhare kadınlardan da bahsetmeksizin böyle allengirli bir problemin üstesinden gelmek imkânsızdır.
Zâten şu dinine yandığımın yeryüzünde onlardan bahsetmeksizin hiçbir problemi halletmek mümkin değildir.
Burada tecrübe konuşuyor!
Kendi hesâbıma ben durumu şu şekilde özetleyebilirim:
“Kadınlarla aram iyi miydi?
Hayâtım boyunca şeyedemedim.
Sâdece bir akşam kalmış hatırımda;
Biraz Ebâbil, biraz Karl Marx, biraz Nedim.
Ve sonra o dar odamdaki yazı masamdan
O sonsuz ufuklara seferlerim...
Ben Şâh İsmâil’e bile meydan okurdum
Araya girmeseydi Sultan Selim.”
Görüldüğü üzere muharririniz; öyle pazardır, okuyucu pazarları ağır mevzûlardan hoşlanmaz, hafifden gülmek eğlenmek ister gibi Burhan Felek’den yâdigâr aqâide pek îtibâr etmemektedir.
Ona kalsa o hâlâ Konsolos Bey’in sergüzeştlerini yazmaya devâm ederdi.
Ama biz genç nesil... Evet, biz bambaşkayız.
Bir kere ben öyle bir kahramânımı aslâ Konsolos monsolos yapmazdım.
Niye konsolosluk kariyerinde kalmış ki?
Herifde cevher olsa sefîr olurdu...
Git, ömrünü yok pasaport uzatma, askerlik te’cîli, yok verâset ilmühaberi gibi sittiri bokdan işlerle tüket; ondan sonra da Ankara müteqâidîn mehâfilinde “diplomat” diye dolaş!
Ben diplomat diye, efendim, Vâhit Halefoğlu gibi Ziyâ Müezzinoğlu gibi, ne bileyim Hasan Bey gibi ağır ağabeylerimizi anlarım.
Bunlar, ayıpdır söylemesi, bozuk çalıp da hayalarına bir diz çıktılar mıydı Alaman, Fransız işte bilmem ne hâriciye vekillerini kıvrım kıvrım kıvrandırır, üçer gün sedyelik ederlerdi.
Diplomat dediğin öyle ileze bir tip olmayacak!
Ama artık bunlar da neredeyse soyu tükenen bir tür...
Yenilerine bakınca doğrusu hiç birini pek gözüm tutmuyor.
Biraz, nasıl söylesek, nânemolla şeyler...
Bunlardan birinin, meselâ bir John Kerry’ye ansızın bir kafa atıp arkadaşı ikiseksen uzatabileceğini ben hiç, ama hiç tasavvur edemiyorum.
Tam tersine, Kerry sol eliyle bunlardan üçünü beşini knock out eder.
Tabii bu şartlar altında Türk Diplomasisi’nden de herhalde tutup, söz temsîli, Kıbrıs Meselesi’ni çözümlemesini bekleyemeyiz.
Bu performansla...
O yüzden de 50 yıldır sürüncemede...
Ben biraz da bu yüzden bedbînim.
Mâdem “Ebâbil”li bir şiirle başladık o halde yine Ebâbil’li bir şiirle bitirelim:
“Ölüm zaman aşımına uğramaz.
Ölüm insanın hayâta borcudur.
Bâzen aşırı softa ve bâzen bî-namaz;
Ölüm ekserü-l-ahvâl Ebâbil Burcu’dur.”