Kim ne derse desin yeni dönemin anahtar sözcüğü ‘uzlaşma’ olacak. İster mevcut siyasi dengeler ve ayrışmalar üzerinden bakalım; isterseniz yeni kurulacak olanlar üzerinden. Fark etmez. Türkiye’de siyaset, bugüne kadar hiç denemediği yahut deneyip de başaramadığı alanlarda bunu başarmak zorunda.
Mevcut siyasi tabloya baktığımızda en önemli başlık olarak görünen ‘çözüm süreci’ aslında bu ‘uzlaşma’ yolunda atılan ciddi adımlardan birisi. Kolay mı yürüyor? Hayır, zorlanıyoruz. Çünkü gücün ve iktidarın paylaştıkça azaldığı saplantısından kurtulamıyoruz. Oysa tam aksine; böyle bir uzlaşma ve paylaşımın daha büyük güç ve sağlam denge anlamına geldiğini görmek zorundayız.
Bugün çözüm süreci diye adlandırdığımız başlık, sanıldığının aksine Türkler ve Kürtler arasında bir barış görüşmesi değil. Öyle bir boyutunun olduğunu kabul etsek bile, ondan çok daha fazlası var. Bu süreç, tüm bölgeyi ilgilendiren yeni bir barışın inşası anlamına geliyor ve sorumlu her aktörün bunu görmesi gerekiyor.
Sözgelimi, önümüzdeki dönem parlamentoda nasıl bir tablo olacağına bakılırken, herhalde en fazla merak edilen sorulardan başında HDP’nin nasıl bir sonuç alacağı geliyor. Çünkü bu sonuç ve devamında ortaya çıkacak tartışmalar, bizim çözüm süreci diye adlandırdığımız dönemin daha zorlu bir test alanı olacak.
Unutmayalım. Böyle bir testten geçemediğimiz bir dönem vardı. 1991 yılında eğer DEP milletvekillerini, üstelik onların ve örgütün provokasyonlarına rağmen parlamento çatısı altında tutmayı başarabilseydik, ardından gelen kanlı dönemi yaşamayacaktık. Bugün Türkiye çok farklı bir siyasi tecrübenin üzerine inşa edilmiş bambaşka bir ülke olacaktı. Ancak devlet aklını Turgut Özal’ı tasfiye ederek eline geçiren güç, o kanlı dönemi başlatmak için herşeyi göze almıştı. Ardından gelenleri hatırlamak bile istemiyoruz bugün.
Bürokrasi, eğer yönetebilir ve kendisine vizyon verebilirseniz, sizin için bulunmaz bir güç ve avantajdır. Ama eğer ipleri bürokrasinin eline bir kez kaptırırsanız, işte o zaman siyaset gücünü yitirir ve ülke bürokrasinin insafına terk edilir. Merhum Özal’ın zaten bürokraside ciddi bir karşılığı yoktu. Onu kontrol etmek için yaptığı hamleler, elindeki araçların zayıflığı yüzünden sonuçsuz kaldı. Eninde sonunda bürokrasi onu tasfiye etmeyi başardı. Bürokrasinin ardındaki aklı ayrıca konuşmak gerekiyor elbette.
Bugün önümüzde yeni bir dönem, elbette geçmişten gelen büyük sorunlar ve bir o kadar da onları yönetebilme konusunda ciddi avantajlar var. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sistemiyle ilgili söylediklerini hala kişisel hırs ve ikbal arayışı olarak görenler, esasen durumun farklı olduğunu hepimizden daha iyi biliyorlar.
Ancak buradaki direnişin asıl kaynağı bürokrasi. Sanıldığının aksine ne yazık ki bürokrasi olması gerekenden hala çok daha güçlü ve operasyonel. Siz onları sağcı, solcu yahut şu görüşün mensubu ve birbiriyle uzlaşmaz sanırken; onlar kendi aralarında üstelik gayet doğal bir akış içinde öylesine örgütlü ki, akıllara ziyan. Kılıfları sağlam; çünkü memleketin sahibi olarak kendilerini görüyorlar. Siyasetçinin alıp uçuruma götürdüğü (!) ülkeyi hep onlar kurtarır. Oysa bu sıradan koltuk ve çıkar dayanışmasından öte hiçbir şey değildir ve bunun devamı da siyasetin güçsüzleştirilmesine bağlıdır.
Tekrar ‘uzlaşma’ya dönersek; siyaset, bunu herşeyden önce kendisini kuşatan bürokratik vesayeti kırmak için bunu yapmak zorunda. Fakat kendi varlığını, bu tür vesayet merkezleriyle ilişkide olmaya borçlu olan siyasetin bunu başarması çok zor. Yeni dönemde en önemli uzlaşma alanı olarak bunu görmek ve başkanlık sistemini bu çember içinde yeniden düşünmek zorundayız.