Osmanlı-Türkiye modern siyasî tarihinin en bariz özelliklerinden biri de, sokak karışmadan “kurtarıcılar”ın ortaya çıkmakta nazlanmasıdır. “Kurtarıcılar” iktidarın sokaktan geçtiğine kesin iman etmişlerdir.
Önce biraz geriye gidelim; Sultan Abdülaziz’in devrilişine bir göz atalım; sonra İttihatçılara yönelelim; ardından Cumhuriyet yıllarına 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın eskimiş takvim yapraklarını koparalım yeniden. Gözlerimizi bir an için olsun her iktidar devrilişinde alev alev yanmakta olan sokaktan ayırmayalım ama.
‘Genç Osmanlılar’ rahatsız
Namık Kemal ve arkadaşları, sultanın otoritesinin sınırlanması için epey uğraş vermişlerdi. Gençlikleri, yurt içinde olsun, sürgünde bulundukları yurt dışında olsun, kamuoyunu hâkimiyeti millîye, meşrutiyet, anayasal monarşi, parlamenter temsili sistem konularında ikna etmek için adeta harcanmıştı. Basın yoluyla modern muhalefetin yolunu açmışlardı Osmanlı’da. Ne var ki, bir süre sonra acı bir gerçekle karşı karşıya kaldılar. Sultan, belki bazen ümit ettikleri gibi, kendi düşüncelerini politikada kılavuz olarak kabul etmemekte direniyordu. Barışçıl yollarla sultanı ikna etme çabaları boşa harcanmış bir zamandı. Kamuoyunu harekete geçirmek, hem kendi dünya görüşleri açısından sakıncalı ve doğru değildi; hem de zaten kamuoyunun böyle bir eyleme katılması için uzun yıllar beklemek gerekebilirdi. Genç Osmanlılar, avamdan da pek hoşlanmazlardı; devlet işlerini seçkinler arasında bir iktidar mücadelesi olarak algılıyorlardı. Nitekim baktılar olacak gibi değil; 30 Mayıs 1876’da bir hükûmet darbesi yaptılar.
Darbeci Şeyhülislam
Tabiî önce darbeyi yapacak güçleri buldular: Harbiye Nazırı ile Askerî Okullar Nazırı’nı yanlarına aldılar, Şeyhülislâm da onlara katıldı. Darbenin gerekçesini hazırlamak için de önce sokak eylemleri başladı; bu, bir bakıma modern bir askerî darbenin ön hazırlığı olarak ortaya çıkan ilk sokak gösterisiydi. Göstericiler, tahmin edileceği gibi, öğrencilerdi. Fatih medresesi öğrencileri, ülkenin içinde bulunduğu vahim tabloya işaret ederek, iktidarın değişmesi talebinde bulundular. Epey de kalabalıktılar. Neticede iki hafta içinde Abdülaziz’e karşı darbe gerçekleşti. Darbecilerin amacı, elbette hâkimiyeti millîyeyi egemen kılmaktı. Hürriyet baş tacı edilmişti. Ne var ki, darbecilerle birlikte olan II. Abdülhamid, kısa sürede bu badireden en az Abdülaziz’inki kadar otoriter bir yönetim çıkarmayı başardı. Hürriyet umudu, bir başka bahara kalmıştı. Hürriyet adına yola çıkanlar da bu badirenin altında ezilip un ufak olmuşlardı.
İttihatçılar: Yeni umutlar
Bir sonraki kuşak Genç Osmanlılar’ın bayrağını devraldı; bu kez Jön Türk kuşağı neredeyse ağabeylerinin kaderini yaşadı. Öyle gazete, dergiyle devrim yapmak mümkün değildi. Devrim, bir süre sonra askerî karargâhların bağrında aranmaya başlanınca, İttihatçılar da subaylara dayanarak iktidara gelmenin yolunu aradılar ve kısa sürede de buldular. Abdülhamid, 1908’de kolu kanadı kırık bir şekilde, onları izlemek durumda kaldı. Kısa sürede yeni bir dalga kabardı; bu kez 31 Mart’ta sokak yeniden karıştı. İttihatçı karşıtlığı, sokak eylemlerinden ve isyanından bir iktidar devşirmenin peşine düşmüştü. Ama başaramadı. Aksine, 31 Mart sonrasında İttihatçılar, sokağın alevini söndürerek, Abdülhamid ile boy ölçüşebilecek yeni bir otoriter rejimin temelini attılar. Kısa sürede hâkimiyeti millîye düşüncesi, vatan kurtaran aslanlar edebiyatı ile yer değiştirdi. Devrimin ilk günlerinde boy gösteren, fotoğraflarda ve temsillerde beyaz entariler içindeki küçük kız çocuklarının temsil ettiği hürriyet, uzun zaman gözlerden uzak kaldı. Mevzu bahis vatansa, hürriyet küçük bir teferruattan ibaretti!
İlk girişim CHP’ye karşı yapıldı
27 Mayısçılar, sanıldığının aksine, son dakikada hazırlanmış bir darbeye girişmek zorunda kalmadı. Hayır, öykünün bu kısmı silinmek istendi; anlatılmıyor genellikle. Orduda ilk cunta 1946’da kurulmuştu; ama kime karşı? CHP iktidarına ve İsmet İnönü’ye karşı! Şaşırdınız mı? CHP’nin DP karşısındaki baskıcı tutumu, orduda genç subayların vicdanını yaralamış ve 1946 seçimlerinin hilesi karşısında 1950’de de aynısının tekrarı ihtimaline karşılık, böyle bir durumda iktidarı devirmek ve DP’ye teslim etmek üzere hazırlığa girişmişlerdi. Ama buna gerek kalmadı; çünkü 1950’de iktidar barışçı bir şekilde el değiştirdi.
Ama işler sanıldığı gibi gitmedi; genç subaylar; aralarında bir zamanlar CHP’ye karşı cunta kurmuş olanlar bile vardı, 1946’dan itibaren aradan geçen yaklaşık 10 yıldan sonra, bu kez de DP iktidarına karşı orduda ilk cuntayı kurdular. DP’nin daha altın devrindeyken ve 1954 seçimlerinin hemen sonrasında. Daha 27 Mayısçıların ithamlarının gündeme gelmediği bir sırada böylesine bir cuntanın oluşumu, 27 Mayıs öyküsünün karanlıkta bırakılmaya çalışan kısmını içerir. Ama konumuzdan ayrılmayalım: DP’nin devrilmesi, seçimle mümkün müydü?
Seçimle iktidar değişmez
Elbette bir seçimin sonucunu öngörmek güçtü. Muhtemelen 27 Mayısçılar, olağan koşullarda yapılacak bir seçimde gönüllerinden geçen bir partinin kazanabileceği umudunda değillerdi. Darbe, tek ve gerçek çareydi. Ama önce sokağın karışması gerekiyordu; 27 Mayıs öncesinde uzun süren sokak gösterileri, gerçi sadece İstanbul ve Ankara’nın üniversite öğrencilerinin bulunduğu mahallerde gerçekleşiyordu; fakat bunlar, o zamana kadar Türkiye’nin modern tarihinde görülen en kapsamlı, sürekli öğrenci gençlik gösterileri olduğundan; ayrıca göstericilerin bulunduğu mahallerde göstericileri gönülden ve fiilen destekleyenler de bulunduğundan, geniş bir saha tesiri verebiliyordu. Yeterli desteği bulduğunu düşünen cunta, hürriyet sloganı altında iktidarı devirdi. Otoriter, hatta diktatör bir idareye karşı yeni iktidar hürriyet vaat etmişti. 27 Mayıs’tan itibaren gittikçe perçinlenecek bir askerî vesayet sistemi, topluma empoze edildi. Hürriyet, sadece 27 Mayıs düşüncesine sahip çıkanlara takdim edilecek bir bayram şekeri haline geldi; elbette “karşı devrimciler”e suistimal edecekleri bir imkân tanınmamalıydı.
‘Sosyalistler’ sokağa indi
27 Mayıs sonrası Türkiyesinin yaklaşık 15 yılında sosyalistler ideolojik ve politik ağırlık taşıdılar.Üniversite gençliğinde kendilerine geniş bir taban yaratmayı başardılar. Sosyalizm ve hürriyet, nihaî hedef olarak takdim edilmişti. Bu hedefi gerçekleştirecek yöntemler konusundaki anlaşmazlıklar ise, hızlı parçalanmalarını beraberinde getirdi. Daha kitabî kalanlar, sabırlı davranarak, toplumun belirli bir evreye ulaşması için uzun vadeli çalışmak gerektiğini ileri sürenlerle bu sürenin gençlik süresinden hayli uzun olduğunu fark ederek, daha hızlı yol almaya kararlı olanlar arasındaki sürtüşmeler, bugün dahi şiddetli fraksiyon çatışmalarına neden oldu.
Kitaplarda yazanlarla ülkenin gerçekleri arasındaki fark, iktidara gelmenin güçlüğü, pek çok sosyalisti daha geleneksel tarihi modellere yakınlık duymaya itti. 27 Mayıs tipi bir askerî darbe, ama bu kez darbeciler sola yakın, hiç olmazsa sosyalizme sempati duyanlardan seçilecekti, Türkiye’de sosyalizme giden yolun en kısası olabilirdi. Ama darbe için de önce sokağın karışması lâzımdı. Hem de bir önceki karışıklıktan daha geniş ölçüde. 1968’den itibaren derece derece yükselen sokak hareketi, eylem gücü, 1971’de zaten ordu içinde var olan farklı cuntalaşma eğilimlerinin iktidar mücadelesinde dayanak vazifesi gördü. Elbette göstericilerin hepsinin amacı, bir askerî darbeye omuz vermek değildi; fakat sonunda sadece omuz vermekle kalmadılar; aynı zamanda biraz da şaşkınlıkla un ufak ezildiklerini de gördüler. Sokak, yüksek düzeyde iktidar mücadelesinin olsa olsa basit bir yan ürünüydü. Mücadele bittiğinde, sokak da sakinleşti. Mesele bitmişti. Sosyalizm ve hürriyet aşkıyla sokaklarda siyasal mücadele verenler, askerî bir darbenin hoyratlığı altında kalmışlardı. Hürriyet, bir kez daha vatanı kurtaranlarca bir başka bahara ertelenmişti.
SOKAKTAN İKTİDAR DEVŞİRMEK
Bugünlerde de sokağın karışmasından medet umanlar; yine aynı şekilde benzer bir davranış kalıbını yineliyorlar. Dahası; bazılarının 27 Mayıs, daha geniş bir kesiminin 12 Mart ve 12 Eylül tecrübelerini fiilen yaşamış olmaları da, hürriyet sloganının yarattığı hayal gücünü kıramıyor. Modern Türkiye tarihini birazcık bilen herkesin, ülkede sokağın karışmasının hürriyetin değil, yalnızca yeni bir baskıcı idarenin başlangıç tarihi olduğunu bilmesine rağmen. Sokaktan iktidar devşirme geleneği, alışkanlığı ve ideolojisi sürüp gidebiliyor. Bu biraz da Türkiye’de sol/sosyalist entelektüellerin bilmesi, fakat asla öğrenememesinden kaynaklanan bir sonuç. Zamanın en iyi öğretmen olduğunu söyleyenler, herhalde hiç Türkiye’ye uğramamış olmalılar. Yoksa koca koca adamlar; gençliklerinde kursaklarında kalanların nihayet gerçekleşiyor olduğu zannıyla, birdenbire rüzgârın etkisine kapılarak, dümen kırarlar mıydı? O dümen ki, zamanında kim bilir kaç kez bu türden rüzgârların etkisinde kırıldı; sonuç olarak her kırılan dümen, o neslin eylemcilerinin un ufak olmasıyla sonuçlandı. Hayatlarını un ufak olarak geçirenler kendilerine genç nesillerden tutkal yaratmak isteyebilirler; ama bu hem imkânsızdır, hem de vicdansızlık.