Birinci Cihan Harbi sonuna kadar Türkiye’nin birer parçası olan pek çok Arab ülkesi, 1918’den sonra İngiliz ve Fransız egemenliğine geçdi. Mısır ve Sûdan 29 Ekim 1914’de, Libya ise bir yıl önce İtalya’ya gitmişdi.
Afrika’dakiler konumuz dışı. Fakat Arab Yarımadası’ndakiler gerek işgâl sırası ve gerekse 25/30 yıl sonra birer ikişer “bağımsızlık” (!) statüsü kazanırken sınırlar son derece keyfî şekilde masa başında çizildi. Onun için hiç biri tabii sınır değildir. Zâten târih boyunca bir “Sûriye, Irak, Ürdün, Lübnan vs. milleti” de aslâ olmamışdır.
Bugün kendilerine ister istemez öyle diyorlar.
İngiltere ve ikinci dereceden Fransa buraları, sınırların daha başından îtibâren ihtilâflı olacağı şekilde çekerek daha sonra, çıkacak kavgalarda “hakem” pozuyla işlere müdâhale edebilme imkânını sağlamak istemişler ve nitekim sağlamışlardır da!
Ama Arab ülkelerinde şimdi kendini gösteren ve gitgide daha kanlı birer hâl alan huzursuzluklar, bugün artık bu sınırların işe yaramaz duruma geldiğine delâlet ediyor. 2012 Yılı’nda artık 1918 modeli yapılar ayakda kalamıyor.
Onun için bunların yerine yeni düzenlemeler gerekiyor ve bu işin öncülüğünü ise bundan böyle günümüzün “patronu” ABD üstleniyor. İngiltere ve hele Fransa artık “muâvin” pozisyonundalar.
Peki, ya Türkiye?
Türkiye 1918 sonrası ölüm döşeğinde yatan bir hastaya benziyordu. Kendi gövdesinden birkaç milyon kilometrekarelik devâsâ parçaların koparılmasına sesini bile çıkaramıyordu.
2012 Yılı Türkiyesi ise farklı bir konumda. Bugün hem siyâseten hem iktisâden hem de ilmen Önasya’daki ağırlığı bambaşka. Arab ülkeleriyle ticâret hacmini ve Türk üniversitelerinde okuyan binlerce Arab gencini hatırlarsak ne demek istediğim anlaşılır.
Türk Hâriciyesi yaklaşık 90 sene, kendi irâdesi dışında teşekkül etmiş dahî olsa, bu düzenin istikrarlı bir şekilde devâm etmesine önem verdi. Bir bakıma Mecelle’deki “Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur.” yâni “İki kötüden daha az beter olanı tercîh edilir.”kuralını uyguladı. Çünki Arabistan’ın çivisi bir kere daha oynarsa baş gösterecek olan yıkıntının mevcûd olana bile rahmet okutacağı endîşesini taşıyordu. Eğer gerçekçi iseniz hafif sıklet haltercisi olarak ağır sıklet müsâbakasına katılmazsınız.
Ve Türkiye artık bir ağır sıklet haltercisi değildi.
Öte yandan, şâyet aynı benzetmeyi kullanacak olursak, bugün artık bir “orta sıkletyarışmacısı” kategorisine yükselmiş olan Türkiye’yi hesâba katmaksızın Önasya’da hele bir bölge dışı gücün gönlünce at oynatması da, imkânsız değilse bile, çok zor. Türkiye bu tür girişimlere karşı mâliyeti öylesine arttırabilir ki o işin astarı yüzünden pahalıya gelir.
Bu bakımdan şimdi anlaşılan Ankara’ya bir tür “rüşvet” teklîf ediliyor:
Irak ve Sûriye’nin kuzeyindeki, zâten Arab ağırlıklı olmayan ve daha ziyâde Kürdler ve Türklerle meskûn bölgeleri bir şekilde Türkiye’ye “eklemek” karşılığı Yarımada’nın geri kalan kısmında rahatça yeni bir düzen kurma imkânına kavuşmak.
Ben bu bağlamda Rusya’nın hayâtî çıkarlarına bir halel geleceğini de sanmıyorum. Washington, Tartus Limanı’nın bir Rus deniz üssü olarak kalması ve bâzı ek ekonomik avantajlar karşılığı Moskova’yla bir mutâbakata varmakda pek zorlanmaz gibime geliyor.
Petrol ve doğalgaz konusunda ise Arablar zâten Rusların rakıybi.
Bence orta ve uzun vâdede en önemlisi Ankara’nın bu “mise en scène”e ne diyeceği.