On gündür ABD’deyim ve dolayısıyla memleketi uzaktan izliyorum. Bu mesafeden de olsa görülen kritik bir mesele ise, ölüm orucuna girişen yüzlerce KCK sanığının dramı.
Dram diyorum, çünkü ölüm orucuna yatan herkes acı çeker ve ailesi başta onu seven herkese de acı çektirir. Bu insani düzlemde, söz konusu açlık grevlerinin bir an önce bitmesini dilemekten başka bir şey diyemem.
Ama mesele sadece “insani” değil aynı zamanda “siyasi.” (Bu iki kavramın arasındaböyle bir fark olması da epey hazin aslında.)
Bu düzeyde ise söyleyeceklerim var. İlki, ölüm orucuna girişenlerin taleplerine dair.
Haklar ve talepler
Üç şey istiyorlar devletten. Birincisi “anadilde savunma hakkı” ki, bu konuda bence kesinlikle haklılar. Devlet, madem insanları yargılıyor, onların “ben kendimi şu dilde ifade etmek istiyorum” şeklindeki talebine saygı göstermek zorundadır. Tümüyle eyvallah.
İkinci talep, “anadilde eğitim hakkı.” Bu mesele ise, daha önce de yazdığım gibi, bence ancak kısmi bir “hak” içeriyor: Devletin her isteyene “anadilde eğitim” verme mecburiyeti yoktur, ama “anadilde eğitim” vermek isteyecek özel okulları yasaklamama mecburiyeti vardır. (Devletin her inanç grubuna göre ayrı eğitim verme zorunluluğu olmayıp da, özel dini okullara karışmaması gerektiği gibi.)
Üçüncü talep ise, Öcalan’a uygulanan tecritin kaldırılması.
Görünen o ki bu üçüncü talep, ölüm orucundakiler için en önemlisi. Oysa meşruiyetten en uzak olan da o.
Çünkü Öcalan bir terör örgütü lideri olarak mahkum olmuş bir suçludur. Birileri tarafından seviliyor olması, onun statüsünü değiştirmez. (Siyasi cinayet işleyen katillerin de hayranları, hatta aşıkları oluyor, bu gerçek durumlarını değiştirmiyor.)
Öcalan üzerindeki tecrit hali de, halen lideri olduğu terör örgütünü uzaktan yönetmeye devam etmesiyle ilgili siyasi bir tasarruftur. Meşrudur.
Eğer devlet siyasi bir fayda görürse, örneğin Öcalan’ın mesajlarının PKK’yı silah bırakmaya götüreceğine ikna olursa, tecrit elbette kaldırılabilir. Ama bunu bir “hak” olarak görmek anlamsızdır.
Kısacası, ölüm orucuna yatanların taleplerinin bence sadece bir kısmı “hak”, diğer kısmı “siyasi talep”. Her siyasi talebin mutlaka kabul edilmesi zorunluluğu da yok.
(Benim hapiste yatan mahkum bir dayım olsa, “dayımı serbest bırakın” diye açlık grevi başlatsam, devletin benim isteğimi yerine getirmesi gerekmez.)
Kürt varlığına armağan olmak
Meselenin diğer yönü ise, yüzlerce KCK tutuklusuna aynı anda ölüm orucu tutturan siyasi irade.
Bu iradeyi 1999 yılında da görmüştük: Öcalan’ın yakalanması üzerine bazı koğuşlara “bir kaç arkadaş kendini yaksın” komutu gelmişti. Buna uyan PKK üyesi zavallılar da cayır cayır yakmışlardı sahiden kendi bedenlerini.
Yani, “Öcalan’ın statüsü” uğruna, en birincil insan hakkı olan “hayat hakkı”nı yok etmişlerdi.
Bugün de aynı şey oluyor; PKK’nın “kolektif” talepleri uğruna nice “birey” ölüm orucuna feda ediliyor.
Özgürlüğe, demokrasiye ve dahası hayatın kudsiyetine inanan herkesin bundan ürkmesi gekekir. PKK’nın “Kürt halkının özgürlüğü” gibi kolektivist bir hedef uğruna daha nice Kürt bireyi öğüteceğinin resmidir bu.
“Varlığım Kürt varlığına armağan olsun” diye şartlandırılan, bu “Kürt varlığı”nın da sadece PKK tarafından temsil edildiğine inandırılan daha çok genç harcanacaktır bu yolda.
Onun için de mesele Kürt bireylerin sadece “Türk egemenliği”nden değil aynı zamanda PKK endeksli “Kürt kolektivizmi”nden kurtulmasıdır.
Bu ikincisinin ifadesi olarak gördüğüm ölüm oruçlarına da, arkasındaki iradeye de, kökten karşıyım.