Aydın’dan bir dostum yazmış: “Aslında, diyor, Ak Parti iktidar olmadığında ne olacağını düşünmek lazım oy kullanırken...”
Bu, gerçekten önemli bir hassasiyet.
Yaşadığınız iklime, kullandığınız imkanlara, hayat şartlarına alışıyorsunuz ve artık o hayat şartlarının değerini önemsememeye başlıyorsunuz. Hele bir de küçük aksamalar olduğunda içinizden itiraz, hatta isyan duyguları geçmeye başlıyor.
Hani Ak Parti’ye oy verme noktasında tereddütlerden, kararsızlıklardan, rehavetten, hatta “Bir ders verelim”li konuşmalardan bahsediliyor ya...
İşte onları düşünerek “Olmadığında...”yı da dikkate almak gereği üzerinde duruluyor.
Havadaki oksijenin farkında değiliz mesela. Oksijenin farkına en çok ne
zaman varıyoruz, Soma’da kömür ocağında bir nefescik oksijen aradığımızda
değil mi?
Ağzımızdaki dilin, damağın, dişlerin farkında değiliz. Gözlerimizin, kulaklarımızın farkında değiliz. Kalbimizin atışının, ciğerlerimizdeki bronşların çalışmasının farkında değiliz. Değiliz ve onun için onları bize verene karşı sorumluluklarımızın da farkında olamıyoruz çoğu zaman.
Ama gözler olmayıverdiğinde, kulaklar, dil, damak, diş, tat alma duygusu, yutabilme gücü, hazmedebilme, nefes alıp-verebilme, işitebilme duygusu devre dışı kaldığında panik başlıyor. Kalbimiz teklediğinde kalp diye orada hayati bir şeylerin varlığını ve onu düzenli çalışır halde tutmanın önemini idrak ediyoruz. Ben bize lütfedilen nimetleri sayıp, buradan Yaratan’la ilişkilerimizi değerlendirdiğim konferanslarımda dinleyicilerime “Baş parmağınız olmasa gömleğinizin düğmesini ilikleyemezsiniz” diyorum, “Hadi bir deneyin bakalım” diyorum. Bir bardak suyu masadan alıp ağzınıza götürmek için beyninize binlerce mesaj gidip geliyor, o yüzden bardağı burnunuza değil ağzınıza götürüyorsunuz” diyorum. Oysa insan farkında mı suyu ağzına götürürken nasıl bir sistemin devreye girdiğinin?
Ülkedeki siyasi iklimi de böyle değerlendirmek lazım.
İktidar, sadece şu veya bu kişinin şu veya buraya tayin edilmesinden-edilmemesinden ibaret değil.
Ben, diyorum, en çok Ak Parti iktidarlarının ülkede oluşturduğu iklimin farkına varmak lazım. Bu ülke insanının nefes alıp verme ritmi değişti bu 13 yıl içinde, bunu görmek lazım.
“Ağzı çorba kokanlar, ayakkabısını kapının önünde çıkaranlar, ayağı çarıklılar” diye horlanan insanların ülke yönetimine gelebilmesidir Ak Parti iktidarı.
İngiliz Guardian gazetesi Erdoğan’dan bahsederken “Daha az batılılaşmış, daha yoksul ama daha çok dinine bağlı Müslümanların temsilcisi” diyerek tahkir ediyor.
Mısır’ı yediler bu bakışa sahip olanlar, şimdi Almanya’da darbecinin ayaklarının altına kırmızı halı seriyorlar.
Yeterince Batılılaşmamışların temsilcisi olduğu için vuruluyor Tayyip Erdoğan’a, yoksul müslümanların sesini ülke yönetimine taşıdığı için vuruluyor.
Bu ülkede başörtülü bir hanım otomobil kullandığında yadırgandı, okula gittiğinde, öğretmen olduğunda yadırgandı, Meclis’e girdiğinde isyan edildi.
Oralardan geliyoruz.
“Eşi başörtülü Cumhurbaşkanı, Başbakan olabilir mi”lerden geliyoruz.
Fukara sofrasına oturan bir Başbakan, Cumhurbaşkanı gördü Türkiye, işte bu iklimden söz ediyorum.
Tayyip Erdoğan’a neden düşman olunduğunu iyi okumak gerekiyor.
“Dünya beşten büyük” diyebilen bir Türkiye istenmiyor.
Dik duran Türkiye istenmiyor.
Jandarmanın dipçiğinin konuştuğu, karakollarda polis copunun konuştuğu, birilerinin keyfini kaçırdığı için başbakan asıldığı bir Türkiye’den geliyoruz.
İklim...
Doğu-Güneydoğu’daki iklim bu muydu Allah aşkına?
Okullardaki iklim bu muydu?
Kışlardan çıktık da geldik. 28 Şubat’lardan çıktık da geldik.
Emin olun, özellikle CHP’nin “halka açılması”nın ardında bile Tayyip Erdoğan’ın halkla ilişki çıtası vardır. Yoksa CHP’nin geleneğinde halk, sadece tornadan geçirilmek ve Batılı formata sokulmak için vardır, o da ceberut
bir tepeden yönetim, yani jakobenlik uygulamasıdır.
CHP’yi halktan söz eder hale getiren bile 13 yıllık Ak Parti iktidarının oluşturduğu iklimdir.
Ne denir, işte seçim sandığı, herkes elini vicdanına koymalı ve Türkiye için layık gördüğü iklimi seçmeli.