Takvimlerin 30 Eylül 2011’i gösterdiği gün, Yemen’de, bir Amerikan insansız hava aracından ateşlenen iki Hellfire füzesi ile suikast gerçekleştirildi!.. Hedefteki isim, “El-Kaide’nin liderlerinden biri olduğu ileri sürülen”,Enver el-Evlaki idi. Enver el-Avlaki, Yemen asıllı bir Amerikan vatandaşıydı. Aynı suikastte yaşamını kaybeden Samir Khan gibi. 14 Ekim 2011’de yine Yemen’de Mısırlı El-Kaide yöneticilerinden İbrahim el-Bana suikastında Hellfire füzeleri 7 kişinin ölümüne neden oldu. Bu 7 kişiden biri, Enver el-Avlaki’nin Amerikan vatandaşı olan 16 yaşındaki oğlu Abdülrahman el-Avlaki’ydi!...
Amerikan Anayasası’nın 1791’de yazılmış maddeleri, hiçbir Amerikan vatandaşının yargılanmadan infaz edilemeyeceğini karara bağlıyor.
İki suikast, Amerikan toplumunun önüne iki gerçek getirdi: 1- Amerikan Başkanı’nın elinde, dünyanın neresinde olursa olsun, Amerikan ulusal çıkarlarını tehdit ettiği yönünde “kuşku belirmiş” herkesi öldürtmeye dönük büyük bir güç var, 2- Başkan Obama, bu gücünü Amerikan vatandaşlarına karşı da kullanmaktan çekinmiyor!..
Baba’nın beyhude çabası...
Aslında bütün her şey, 2010 yılında, Amerikan yönetiminin elinde bir “öldürülecekler listesi” (tanımlama size ‘90’lı yılların Türkiyesi’nden bir şeyler hatırlatıyor mu?) olduğunun ve Enver el-Evlaki’nin adının da bu listede kayıtlı bulunduğunun ortaya çıkmasıyla başladı. Enver el-Evlaki’nin babası Nasır el-Evlaki,Amerikan Anayasal Hakları Koruma Komitesi ve Amerikan Sivil Haklar Birliği nezdinde yaptığı girişimler ile oğlunun adının bir Amerikan vatandaşı olarak bu listeden çıkarılması için girişimlerde bulundu, Hiçbir sonuç alamadı!..
Adalet Bakanı’nın skandal açıklaması...
Amerikan yönetimine, Amerikan vatandaşlarına karşı “yargısız infaz yapma” yetkisi veren bu uygulama, Amerikan medyasında “hiç” tartışılmadı!.. Aydınlar ve akademisyenler gelişmeyi sorgulamaya cesaret edemediler!..
Obama ile aynı ten rengini taşıyan Amerikan Adalet Bakanı Eric Holder ise, Şikago’nun Northwestern Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yaptığı konuşmada sözlerine, Guantanamo Esir Kampı’ndaki askeri mahkemeleri överek başladı ve “Askeri mahkemelerimiz üzerlerine düşeni en iyi şekilde yerine getiriyorlar. Amerikan yönetimi, Amerikan güvenliğinin sağlanması için gerekirse öldürücü güç kullanma yetkisine sahiptir. Amerikan Başkanı, yetkilerini kullanmak için bir mahkeme kararına sahip olmak zorunda değildir. Anayasamız, Amerikan vatandaşlarının hukukun güvencesi altında olduğunu söylemekte fakat yürütmenin uygulamalarında yargıç kararını şart koşmamaktadır” dedi...
Holder’in konuşması, Amerikan yönetiminin, gerekli gördüğü hallerde, kendi vatandaşları için de “yargısız infaz kararı almakta kararlı olduğunu” göstermesi bakımından önemli.
Devlet kontrolden çıktığında...
Gelişme, “terörizmle mücadele” adı altında bir devletin kontrolden çıktığında demokratik haklar açısından ne ölçüde büyük tehdit oluşturabileceğini göstermesi bakımından dikkat çekici.
12 Eylül Davası çerçevesinde Türkiye, 1970’li yılların kanlı günlerini deşeledikçe bunu daha iyi fark ediyor. Özellikle 1 Mayıs 1997 ve Kahramanmaraş Katliamı ile ilgili belgeler ve bu kanlı olayların aydınlatılması, Başbakan’ın da yaşıtı olduğu benim kuşağım için hayati önem taşıyor. 28 Şubat Davası, “kontrolsüz gücün” ağır bedellerini gösteriyor. Ülkenin 1993-1996 yılları arasında yaşadığı “açık faşizm” sorgulandıkça nasıl bir “devlet politikasının” karşımıza çıktığını ve “yargısız infazların” arkasındaki asıl mekanizmaları görüyoruz.
Mahir Hocam kusura bakma!..
Bu sütunu paylaşmaktan onur duyduğum Mahir Kaynak üstad, son yazısında, Türkiye’nin “AB hayali” peşinde koşmaktansa, Amerika ile Rusya arasında bölgemizde kurulan tahterevallide bir bölgesel güç olarak “sağlam dayanak” haline gelmesi gerektiğini savunuyor.
Süpergücün, “militer devlet” olma yolunda “totaliter güçler” Rusya ve Çin ile yarıştığı bir dönemde bu tür bir arayış demokratikleşme çabamız açısından tehlikelidir.
Washington’daki görüntü, Türkiye’den Pakistan ve Güney Kore’ye, ve tabii ki Arap Dünyası’na uzanan demokratikleşme çabalarını “kırılgan” noktaya taşımaktadır!..
AB hedefini bir kenara bırakmış Türkiye’nin hangi “totaliter siyasetlere” rotalanacağı ise büyük bir soru işaretidir.