*İstanbul'dan yazan Ahmed Simitçi diyor ki: 'Dünya Parlamentolarında, kişileri putlaştırmamış modern toplumların meclislerinde bizde olduğu gibi böyle yemin törenleri var mı Allah aşkına, bilmiyorum.. 600 kişi, saatlerce, aynı metni okuyup durdular ve tv ekranlarından da saatlerce millete dinletildi. Halbuki, o insanlar, m.vekili seçildilerse, üzerlerine milletin vekalet yükünü almakta olduklarının idraki içinde geldiler o Meclis'e; nazarî olarak öyle oldukları kabul edilir..
Öyle değil mi?
Oraya geldiklerinde de, ülkenin ve halkın/ milletin birlik ve bütünlüğüne aykırı bir çizgi takib ederlerse, dokunulmazlığı kaldırılıp mahkemeye gönderilebilir.. Bu kadar basit..
Ama, bizde, her seçim sonrasında bu insanları inandıkları veya inanmadıkları bir metni okumaya zorlamanın mantığı nedir? Ben hukukçuyum.. Hukuk mantığı ve kanun tekniği açısından bunun yolu kolaylıkla bulunabilir.. Ve kimse sanmasın ki, 'O ne âlâ, hepsine yemin ettirildi, hepsi, o yemini silah zoruyla, zorla kabul ettirilen anayasa metnine sadakatle hareket edecekler.. Yok böyle bir şey..
Geçen dönemde m.vekili olan bir dostuma , 'O yemine bağlı kaldın mı?' dediğimde, 'O metin, kanûnen okumam gerekli olan, yani bize birileri tarafından dayatılan bir yemin metni idi. Okudum geçtim.. Hiçbir zaman o yemin metnine değil, bana kalbimden emir veren inanç değerlerime göre hareket etmeye çalıştım..' demişti.
Bu, o vekilleri, daha işin başında, bir takım dayatmalar önünde eğilmeye zorlamak ve inançsızca yapılan o sözlerden hayır gelir mi?
Bu itirazımı isterdim ki, ekranlardan da haykırayım, ama, bu imkânım olmadığından size yazıyorum; yanlış düşünüyorsam söyleyin..'
--(SEÇ): Bu durum, evet, hâkim gücün, diğerlerine başeğdirme ameliyesidir. Hattâ görünüşte devletin hükûmet etme gücünü kullanan kadrolar bile, bu zorlamaya, kanun kaldırılıncaya kadar, hükümleri geçerlidir. Mahkemelerde sanık, son savunmasını 'beraetini istiyorum..' gibi bir taleple sonuçlandırmazsa, yargıç, o talebi hatırlatır ve söyletir. Eğer kişi, 'Ben zâten suçsuzum, niye beraet talebinde bulunayım ki..' diyecek olsa, ona baş eğdirinceye kadar, karar verilmeyen durumlar olmuştur. 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi'nden sonra bir dâvada yargılanan ve bir meslek kuruluşunun başında bulunan bir kişi (Dr. E .A.) 'Ben zâten suçsuzum, niye öyle bir talepte bulunayım ki?' dediği için, arkadaşları tahliye edildikten sonra bile, uzuuun süre, sırf o yüzden tahliye edilmemişti..
Hâkim iradeyi temsil eden güçler, benzer durumu siyaset sahnesinde de sergiliyorlar, 'Yemin et bakalım..' diyorlar.
Bu gibi durumlarda, genelde, 'Aman, durup dururken problem oluşturmayalım, herkes yine bildiğini okur..' anlayışı devreye giriyor.
Kaldı ki, biz bunu kendi son 100-150 yıllık içtimaî hayatımızda da görmedik mi?
Sultan I. Abdulmecid, 1839'da (Hicrî-1255'te) tahta çıktığında, 3 Kasım 1839 günü ilân edilen 'Gülhane Hatt-ı Humâyunu'na kendisinin ve bütün devlet ricalinin bağlı kalacağına dair söz veriyor ve ulemâ, vukelâ ve 'Kalemiye' denilen (bugün kullanılan ifadeyle, yüksek bürokrasi mensubları) Topkapı Sarayı'nın 'Hırka-i Şerif' odasında, (ki, Hırka-i Şerif Câmii daha sonra, 1850-51'de yapılmıştır), Kur'an-ı Kerîm'e el basarak ve Allah adına yemin ediliyordu.
1876'daki 1. Meşrutiyet Kanûn-i Esasîsi'nde, 46 . maddede, Meclis-i Umûmî üyelerinin, açılış töreninde, 'Zât-i Hazret-i Pâdişâhî'ye ve vatana sadakate, Kanûn-i Esâsî hükümlerine uyacakları'na yemin edecekleri hükmü getirilmişti.
1908'deki 2. Meşrutiyet'te de aynı sistem hükümfermâ olmuştu. Ama, o yeminleri yapanların, kısa süre sonra 2. Abdulhamîd'in 'mukaddes şeriat' adına verilen fetvâ ile azlinde nasıl bir çizgi takib ettikleri de, bu yeminlerin bağlayıcı gücü açısından ilginç ve ibretliktir. Ki, o fetvâda, 'Şer'î meseleleri şer'î kitablardan çıkartmak..' gibi gerekçeler bile azil sebebi olarak gösterilmiştir. Yani, 'Kaanun diye, kaanun diye, tepelendi kanunlar..'
'Jön Türk Hareketi' ve 'İttihad ve Terakkî ' üyelerinin yeminleri de, 'Din ve namus üzerine' ediliyor; 'ihanetleri tebeyyün ederse (ortaya çıkarsa) , 'cezâ'y-ı idâma râzı olduğuna, Din, vicdan ve nâmusu ve Cenab-ı Hakk'ın ism-i azâmeti adına' yemin ettiriliyordu. 'Jön Türkler' bu arada Avrupa ihtilâlcilerinde gördükleri, 'silâh üzerine el koyarak yemin etmek' gibi bir unsuru da yemin töreninin şekline eklemişlerdi.
Dahası, 4 Eylûl 1919 - Sivas Kongresi'nde ise, M. Kemâl Paşa'nın hazırladığı yemin metni daha bir ilginçtir: 'Makaam-ı celîle-i Hılâfet ve Saltanata, devlete, millete memlekete mânen ve maddeten hizmetten başka bir gaye takib etmeyerek, her türlü ihtirasât-ı şahsiyye ve siyasiyyeden ve fırkacılık âmâlinden münezzeh bir azm u imân ile çalışacağıma ve İttihad ve Terakkî'nin ihyâsına çalışmayacağıma namusum ve bilcümle mukaddesâtım nâmına, vallahi, billahi...'
Ankara'daki Meclis'te ise, 10 Temmuz 1920 tarihinde, yine M. Kemal Paşa'nın isteği üzerine, yemin metni şu şekilde belirlenmiştir: 'Makaam-ı Hılâfet ve Saltanat ve vatan ve milletin istihlâsı (kurtarılması) ve istiklâlinden başka bir gaye takib etmiyeceğim, Vallahi..'
*
20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen m.vekili yemini ise, 'Vatan ve milletin saadet ve selâmetine, milletin bilâkayd u şart hâkimiyetine mugayir bir gaye gütmeyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmayacağıma, Vallahi..' şeklindedir.
Bağlı kalındı mı o metne?
(Hatırlayalım, filanca ilkeler ve devrimlere bağlı kalınacağına dair bir ekleme henüz sözkonusu değildir..)
*
1924 -Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda (Anayasası'nda) 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'ne kadar kağıd üzerinde de olsa bu gibi yemin metinleri vardı.
Ondan sonra, askerî baskılarla, vatandaşa zorla kabul ettirilen anayasalardaki yemin metinleri ise, genel çizgileriyle bugünkü yemin şeklidir.. (27 Mayıs 1960 Askerî Darbecileri, 1924 Anayasası'nı toptan kaldırmışlar ve amma, Adnan Menderes ve arkadaşlarını, kendilerinin ilga ettikleri o anayasayı ihlâl ettikleri gerekçesiyle idâm etmişlerdi.)
Dahası, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963'de iki kez askerî darbeye teşebbüs edip başarılı olamayan Harbokulu Kumandanı Kur. Alb. Tal'ât Aydemir de Mamak Askerî Mahkemesi'nde 'Anayasayı ihlâl suçu' yla ve idâm talebiyle yargılanırken, 'Giresun'da, vatandaşın göğsünde sigara söndürerek zorla kabul ettirdiğim 1961 Anayasasını ihlal etmek suçlamasıyla idâm talebiyle yargılanıyorum..' şeklinde acı bir ironik cümle kullanmıştı, savunmasında.. Ve de idâm olunmuştu.
1997 yılında, dönemin Yargıtay Başkanı S. Selçuk, emekliliği yaklaşırken yaptığı bir konuşmada, -özetle-, 'Silâh zoruyla zorla kabul ettirilmiş olan bu anayasa keenlemyekûn'dur, bütünüyle hükümsüzdür, yok mesabesindedir.' demişti.
*
Bu konuda nice siyasî örnekler vardır.. 1789- Fransız İhtilali'nden sonra arka arkaya gelen Meclis'lerde böyle yemin törenleri olurdu. O dönemin önemli siyasetçilerinden Charles de Talleyrand, 'Ömrüm boyunca, Meclis'lere üye seçildikten sonra, 14-15 kez yemin ettim. Kendimi hiç birisiyle de bağlı hissetmedim. Çünkü birilerinin dayatma cümleleri, görüşleri vardı içinde.. Bu yeminler, tiyatroya girerken, kapıda gösterilen bilet gibidir; onun içeride oynanan tiyatro eseri ile hiç bir ilgisi yoktur..' demişti.
Bizde olan da bundan farklı değildir.
*
İnşaallah, silâh zoruyla dayatılan anayasalardan kurtuluruz da, 'temel insan hak ve özgürlüklerine bağlılık ve ülke ve milletin bölünmezliği gibi konulara riayet edileceği' yemin metinleri getirilir ve onun da, ekranlardan böyle saatlerce değil, yazılı bir imza ile sağlanması yoluna gidilir.
*