*Sâcid Eryiğit: 'Ben 30 yıllık öğretmenim. Okuyucu görüşlerini yansıtan geçen haftaki 'Hasbihal'inizden cesaret alarak ben de duygularımı paylaşmak istiyorum. Sizi aşağı yukarı 1985'lerden, lise yıllarından beri okurum.
Cuma günkü yazınızda kendi hayatınızda yaşadığınız bazı depremleri anlatırken, 1999'daki büyük 'Marmara Depremi'ne de değinmiştiniz.
O büyük felaketi ailemden nice kurbanlar vererek ben de yaşadım. İnşaat kusur ve hataları dışında, kimsenin elinde olmayan o tabiî felâketlere tahammül etmemiz, inancımızın gereği olduğundan, 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.. / Biz Allah'dan geldik, dönüşümüz de O'nadır.." diyerek, tahammül gücümüzü takviye ettik- ediyoruz..
Ama, ilginçtir ki, henüz 23 sene önce.. Ülkeyi Ecevit başbakanlığında Ankara'dan yönetenler, felâket mıntıkasına ancak 48 saat sonra gelebildiler.. Mahallî mülkî ve askerî erkân ise, A llah rızası için yardıma koşan Müslüman halkı, 'Bunlar halkın karşılaştığı felaketini fırsat bilerek, propaganda yapacaklar, onlara bu fırsatı vermemeliyiz..' diye bu gönüllüleri uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Hele o günlerde, soyadı 'rakıcı' olan, yani soyadında bile meymenet olmayan bir yetkili vardı, bütün kurtarma ve yardım faaliyetlerini bir kenara koymuş, bütün gücünü felâketzedelere yardım için koşmak yerine aklınca, 'gericiler' dediği grupları oralardan uzaklaştırmaya sarfediyordu.
Bir de, sizin geçmişte bir yazınızda aktardığınız ve bir kenara kaydettiğim ve doğru olduğunu öğrendiğim bilgileri bu tabloya ekleyeyim. Demiştiniz ki: 'O depremden sonra, Dünya Bankası, Türkiye'ye 550 milyon dolar yardım yapmış ve 1 yıl sonra da o yardımların yerinde harcanıp harcanmadığını kontrol etmek için bir heyet ülkeye geldiğinde Başbakan Ecevit'in ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Receb Önal, Dünya Bankası heyetini n yapacağı açıklamayı beklemeden, hemen bir basın toplantısı yapmış, 'Biz o yardımları maalesef, ekonomik sıkıntılar yüzünden ödeyemediğimiz memur maaşlarını ödemekte kullandık' demişti.
Bu yakın geçmişi unutamam.. Dahası, önceki yazınızda değindiğiniz 1939'daki büyük Erzincan Depremi'nden sonra da dünyadan gelen yardımlar da Erzincan'a ulaştırılmak yerine Ankara' da bürokratlar için Saraçoğlu diye anılan bir mahallenin inşa olunmasında kullanılmıştı. Bunları bilmeyenler veya unutanlar, ülkeyi 20 senedir yönetmekte olanların nereden alıp nereye getirdiklerini anlayamazlar elbette..
Bunları yeni nesillere anlattığımızda, masal sanıyorlar..
20 sene önce bu ülkenin yıllık ihracatı sadece 35 milyar dolar iken, bugün 250 milyar doları aşmış bunuyor. Bu rakam bile henüz yetersizdir. Çünkü, Türkiye'yle yaklaşık olarak aynı nüfusa sahib olan Almanya'nın yıllık ihracatının henüz onda bir kadarlık bir ihracat yapabiliyoruz. Halbuki, biz Birinci Dünya Savaşı'nda yenildiysek; Almanya da , hem Birinci, hem de İkinci Dünya Savaşı'nda ağır şekilde yenilip yerle bir edildiği ve hele de yetişkin işgücü nüfusunu çok büyük çapta kaybetmişken, nasıl oldu da, onlar tekrar ayağa kalktılar da, biz ise, devrim-mevrim adına, bir takım gardrob değişikliklerini millete zorla dayatıp kabul ettirmeyi kalkınma zannetmek gibi bir traji-komik zaman tünelinden geçirildik..
-SEÇ: Hassasiyetiniz ve konuya katkınız için teşekkürler Sâcid Bey..
*A. Morçol: 'İdeal siyaset ile reel- politik arasında demek ki, kocaman bir fark varmış.. Başka ülkelere sert mesajlar verilirken, demek ki, emperyalist güç odaklarının dayattıkları, halklara sunulanlardan farklı olabiliyormuş..'
-SEÇ: Evet, hele de devlet adamları, söyledikleri her sözün bir bedelinin olacağını göz önüne getirmelidirler.
Ama, onların da kızma hakları vardır, ve robot değildirler. Ters ve acı neticeleri olsa da..
Sadece şu son 100 yıla baktığımızda, ne ilginç ve ders verici sahnelerle karşılaşırız.
Sözgelimi, 110 yıl önce, Balkan Savaşı'nda, Bulgaristan da diğer Balkan devletleriyle ortaklaşa, Osmanlı'ya karşı savaş açıp, Bulgar güçleri Çatalca'ya kadar gelmişlerdi.. Ama, 2 sene sonra, aynı Bulgaristan ve Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'nda müttefik oldular, savaş cephelerinde aynı düşmanlara karşı silah arkadaşlığı yaptılar.
Veya, bir başka örnek..
Stalin Sovyet Rusyası, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, 'geleceğin Avrupası'nın nasıl paylaşılacağı' üzerine, Adolf Hitler Almanyası ile, 25 Ağustos 1939'da imzalanan bir andlaşma imzalamış ve Hitler Almanyası bu andlaşmadan 1 hafta sonra 1 Eylûl 1939'da Polonya'ya saldırarak 2.Dünya Savaşı'nı başlatmıştı. Ama, savaşın 2'nci yılında, Hitler Almanyası, bu sefer de Sovyet Rusya üzerine saldırıya geçmiş; komünist Stalin, Amerika tarafına geçmiş, komünizm dünyası, kapitalizm dünyası tarafından kurtarılmış ve savaşın başında, Hitler'le birlikte olan Stalin, savaşın sonunda Amerika'yla birlikte dünyanın karşısına zafer kazanmış, muzaffer bir lider olarak çıkmıştı.
Ve savaş sonunda, Avrupa'nın yeniden şekillendirilmesi için, Berlin yakınlarındaki Potsdam'da Temmuz-1945'de, İngiltere lideri Churchill, Amerikan lideri Truman ve Sovyet Rusya lideri Stalin toplandıkları sırada, Truman, Amerika'daki annesine yazdığı mektupta, Stalin'e kızgınlığını, çok ağır bir hakaret sözüyle ifade ediyor; ama, hemen arkasından da, 'Stalin'in de kendisine aynı şekilde hakaret edebileceğini' yazıyordu annesine.
1980-88 arasında 8 yıl süren ve iki taraftan 1 milyondan fazla insanın hayatına mal olan İran- Irak Savaşı sırasında da, İran ve Irak liderleri ve resmî yayınları, birbirlerine, kaatil, kan içici, cellâd, kâfir gibi en ağır sıfatlar yapıştırarak hakaretler etmişlerdi. Ama, sonra bütün onlar unutuldu..
Evet, ideal olan siyasete göre, böyle şeyler olmamalı; ama, reel politika, farklı tablolar çıkarıyor ortaya ve tarih boyunca müslüman liderler de, en olmayacak sözleri birbirlerine karşı kullanmışlardır. Keşke, böyle şeyler olmasa, ama, oluyor, maalesef...
*Kerim Baltacı: 'Dünya Kupası' maçlarının Qatar'da oynanması dolayısıyla, arab rejimleri ve müslüman arab halklarının sergilediği coşku ve oradaki galibiyet veya mağlubiyetlerin Müslümanların ve hattâ İslâm'ın zaferi veya yenilgisi gibi değerlendirilmesi tuhaflığına değinmeyecek misiniz?
-SEÇ: Bir fırsat olursa, inşaallah..
*Ülfet Şahin: 23 Kasım tarihli yazınızın sonunda Hz.Peygamber (S)'in Mekke Müşrikleri'yle imzaladığı Hudeybiye Sulh Andlaşması'na şöyle bir değinip geçtiniz. O konuyu biraz açar mısınız?
-SEÇ: O konuyu, önümüzdeki günlerde müstakil bir yazı olarak ele alacağız, İnşaallah..
*