*Bir mühendis olmasına rağmen, özellikle son 200-250 yılın anlaşılması yönündeki tarihî konuları anlamak için çok meraklı olduğunu söyleyen Süleyman Eroğlu Turhal'dan yazıyor: 'Lozan Andlaşması'nda gizli belgeler var ve ayrıca bu andlaşma 100 yıl için imzalanmıştı, ondan sonra artık yürürlükte kalmayacak..' deniliyordu, bizim buralardaki kanaat önderlerimizce.. Ne o gizli belge iddiaları açığa çıktı, ne de o andlaşmanın hükmü ortadan kalktı.. Kafalarımızı gelişi-güzel bilgilerle dolduranlar oldukça, daha böyle çoook yanıltıcı iddialarla besleneceğiz demektir.
Gerçi, 'Lozan Andlaşması'nın 100. yıldönümü münasebetiyle sizin makalelerinizi de okumuştum ve böyle iddialar yoktu, sizin yazılarınızda.. Ama benim dikkatimi çeken husus o yazılarda aslında o andlaşmayı Ankara'daki ilk Meclis'e zorla kabul ettirmekte başarılı olamayanların, o ilk Meclis'i feshettiklerini ve oluşturdukları İkinci Meclis'te de,ancak, 'Bu iş behemehâl kabul edilecektir; amma ihtimal ki, bazı kelleler koparılacaktır..' tehdidiyle netice aldıklarını, böylelikle ne kadar özgürlük tarafdarı olduklarını ortaya koyduklarını gördük. Hayret, son 100 yılımızı hâlâ resmî ideolojinin yazdırdığı ve gerçekleri gizleyen ve çarpıtan tarih kitapların bildirdiği kadarıyla okuyabiliyoruz.. Ve Lozan Andlaşması'nı imzalatan iradenin, gerçekte çok önceden, 1905'lerde bile, 'Anadolu'ya yakın bir-kaç ada hariç, hepsini bırakalım,' dediğini, en Kemalist kalemlerden Falih Rıfkı'nın yazılarını delil göstererek yazdığınız yazılardan öğrendik.. Keza Kıbrıs'ı da Batum'u da Batı Trakya'yı da, kimlerin o andlaşma ile düşman tarafa peşkeş çektiğini de, sizin yazılarınızdan öğrendik.. Ama anlaşılıyor ki son 100 yılın doğru şekilde anlaşılabilmesi için, bir takım kimselerin ve resmî ideoloji iddialarının tartışılabilir olması gerekiyor.'
--Evet, bu okuyucu özetle böyle söylüyor.
Bu konunun daha net olarak anlaşılabilmesi için, Lozan'ın 100. yıldönümü günlerinde HT ekranında, M. Bardakçı, Prof. Erhan Afyoncu ve bir tarih araştırmacısı hanım akademisyen arasında geçen bir yayının bir kısmını bazı okuyucuların gönderdikleri videodan aktarmak, konunun daha iyi anlaşılması için gerekli..
Söz konusu tarih araştırmacısı hanım, Lozan belgelerinde gizli kısımlar olduğunu söylüyordu.. Ama andlaşma metnini oluşturan belgelerde değil iki yıla yakın devam eden tartışmalı müzakerelerde, 'Ankara heyetinden bazı isimlerin İngiliz tarafına bilgiler aktardığının belirtildiğini' ve amma bu kişilerin kimler olduğunu öğrenmenin mümkün olmadığını, çünkü o bilgileri veren isimlerin üzerinin siyah mürekkeplerle kapatıldığını; belki ileride açıklanabileceğini, ama şimdi ailesinden hayatta olanların rahatsız olacaklarını düşünerek açıklanmadığını söylediklerini' belirtiyordu.
O tartışmanın videosunu gönderen diğer bazı okuyucular da, ismi gizlenen kişilerden birisinin, Ankara'dan Lozan'a gönderilen resmî heyette bulunan Hahambaşı Hayim Naum olduğu tahmininde bulunuyorlar ve o Yahudi liderinin, 'başhaham'ının o heyette ne aradığını soruyorlar.
Belirtelim ki, bu ismi kimse telâffuz etmezken, merhum Erbakan 50 yıl öncelerden beri devamlı söylerdi de, Kemalist-laik matbuat bu iddiaları sulandırmak için ellerinden yaparlardı.
Ama şimdi bakınız tarihçi İlber Ortaylı bile, 'Lozan Andlaşmaları'nda etkili roller oynadığını ifade ettiği Hayim Nahum konusunu 24 Temmuz tarihli Hürriyet'teki, 'Türkiye Cumhuriyeti'nin ebediyete uzanan tapusu, Lozan' başlıklı yazısında şöyle anlatıyordu:
'Bugün Lozan Antlaşması'nın 100'üncü yıldönümü. Antlaşma, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu belgesidir.
Lozan heyetinde İttihat Terakki devrinin, II. Meşrutiyet'in ünlü hahambaşısı Hayim Nahum da vardı. Kongrede bilhassa o yeni Türkiye'nin yapacağı hukuk devriminden söz etti. (...) Şurası açıktır 1926 Medeni Kanunu ile vatandaşların dinlerine göre adli statüde bulunmalarına lüzum kalmadı. Yani patrikhanelerin medeni davalarda ayrı bir yargı hakkına sahip olmaları, yine aynı şekilde bunun Musevi cemaati için söz konusu olması malumdur. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de laik eğitim başlatıldığı için cemaatlerin eğitim alanındaki farklı uygulamalarına da lüzum kalmadı. Bununla birlikte gayrimüslim cemaatlerin okulları Lozan'ın hükmü altında korunmaya alınmıştır ve bugüne kadar devam etmiştir.'
(...) Lozan, Türkiye'yi müstakil bir devlet ve Cumhuriyet olarak ilan etti. Vakıa Cumhuriyet bundan sonra ilan edilecektir. Ama TBMM Hükûmeti'nin 1922 yılı kasımından beri saltanat sistemini lağvettiği biliniyor. (...)Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu belgesidir. (...) '
Evet, Ortaylı ismini zikredip geçse de, Hayim Nahum'un çabasıyla, 'Lozan Andlaşması'nda, İslam hukukunun devre dışı bırakıldığını, gayrimüslimlerle Müslümanların farklı kanunlara tâbi olmaktan kurtulduğunu', hattâ 'Cumhuriyet'in de Lozan'da dayatıldığını, üstü kapalı ifadelerle anlatıyor.
Bu vesileyle tekrar hatırlayalım, Lozan'ın 80. yıldönümünde dönemin C. Başkanı A.N. Sezer, 'Laik Cumhuriyeti kendisine borçlu olduğumuz Lozan Andlaşması..' gibi ifadeler kullanıyordu.
*Samsun'dan Tevfik Pehlivanoğlu ve Denizli'den Hakkı Söyler isimli okuyucular aşağı -yukarı benzer tesbitlerle şöyle diyorlar: 'Geçenlerde vefat eden gazeteci Süleyman Özışık hakkında hiç bir şey yazmadınız.. Ben şahsen bazı yorumlarını beğeniyordum.. Ama güçlü bir Müslüman hassasiyetinin olduğunu bilmiyordum.. Kanser tedavisi için hastânede yatarken, yenidünyaya gelmiş torununu kucağına vermişlerdi. O ağır rahatsızlığının içinde, nasıl da bir Müslüman teslimiyeti ve ruh huzûru içinde oluşunu izlemek bile güzeldi.. Hele de torununa, kulağına ezân okuyarak isim verdiği sahneler ve ezân okuyuşu çok güzeldi..'
--Evet, bu okuyucu da böyle yazmış.. Merhûm Özışık'ı şahsen tanımıyordum. Rahmetler niyaz ediyor, geride kalanlarına da sabırlar diliyorum. Ama okuyucuların hayırla ve hele de hayranlıkla anlattıkları ezân sahneleri gerçekten de çok güzeldi. Onu dinlerken, 'Bâaqi kalan bu kubbede, bir hoş sadâ imiş..' demekten kendimi alamadım.
Bu vesileyle Diyanet'in de dikkatine arzedeyim ki, İstanbul'da bazı câmilerde öyle ezân okumaları oluyor ki, insan bir an önce bitse demek ihtiyacını hissediyor.. Bu gibi noksanlar giderilmeli..
Evet, Ezân-ı Muhammedî, bir teganni konusu değildir; ama güzel okunmasının dinleyici üzerindeki manevî etkisi asla gözardı edilmemelidir.
Hani meşhurdur, bir gayrimüslim turist İstanbul'da, bir câmiden okunan ezândan o kadar etkilenir ki, kendisine rehberlik eden kişi aracılığıyla câmiin teberru sandığına 50 dolar bıraktırır. Ama iki saat sonra bir mahalle mescidinden, çok gelişigüzel okunan bir ezân'ı dinleyince, o camiin teberru kutusuna ise daha fazla mikdarda bir dolar bıraktırır. Turist rehberi sebebini sorduğunda, 'Birincisine hayran oldum, onun içindi.. İkincisi ise beni dinimde kalmaya sevketti, onun için..' diye izah eder..
Yakıştırma bile olsa, 'ezân'ın etkisini izah etmek açısından ilginç bir örnektir.
*Ahmet Kırgın isimli okuyucu ise, 'Çekya'nın başkenti Prag'da, TC. B. Elçisi olan E. Bağış isimli kişinin, orada bir meydana mâlum bir heykeli diktirmek için teşebbüse geçmesine karşı, 'Müslüman halkın duygularını ilgili yerlere iletseniz..' diyor..
--Bu kardeşimize de belirtelim ki, bu hususta Müslüman halkın duyguları gereken yerlere iletilmiştir. Ayrıca gelen haberlere göre, Prag Belediyesi de, öyle bir yer tahsis edilemeyeceği gibi bir karşılık vererek, o kişinin depreşen heykel aşkını kursağında bırakmış..
*Bursa'dan Tarık Ekmekçi isimli okuyucu ise, geçenlerde yazdığım bir makalede, 'laikliği' de bir din olarak niteleyişime önce tepki verecek olmuş; ama arkadaşlarıyla konuyu tartışırken, benim yazımda geçen ifadelerin doğruluğu üzerinde görüş birliğine vardıklarını ve teşekkürlerini bildiriyor.
--Evet, konuyu anlamakta zorlananlara veya anlamamakta ısrar edenlere belirteyim ki, 'din', bir kişi veya toplumun, hayata bakışının temel kuralları olarak kabul ettikleri her ne ise o, o kişi veya toplumun 'din'idir. Bunu, TDK'nın da hazırladığı eski bir Türkçe lügatte, 'din'i bu şekilde izah ederken verdiği, 'Kemalizm, Türk'ün dinidir..' şeklinde meşhur bir cümleyi kurduğunu hatırlatmıştım.
'Laiklik' de, kısaca, sosyal hayatın düzenlenmesinde böyledir.. Laiklik, başkalarının inancına karışmamak değil, bir tarz devlet düzeninin, kişilerin inancını sosyal hayatta asla itibar edilemeyeceğini dayatma çabasıdır. 'Vahy-i ilâhîye dayalı' veya -birilerinin meşhuuur cümlesiyle-, 'gökten indirildiğine inanılan' hükümlerin devlet idaresinde esas alınamayacağını, yani başkalarının inancına dayatmada bulunmayı; yani, bir halk'ın, kendi inandığı kesin doğruların, gereğine göre yaşamak istemesine karşı çıkan; 'naklî delil' sayılan 'vahy'i değil, sadece 'aklî delil'in kabulünü esas alır.
Başkalarının inancına karışılamayacağı, başkalarına bir inanç dayatmasının yapılamayacağı ise; bunu İslam, bugün değil ve başka dinlerden olanların ateşe atılarak yakıldığı Avrupa Ortaçağı'nda da değil, hattâ 14 asır öncelerde, 'lâ ikrahe fi'd-dîn' /Dinde zorlama yoktur..' hükmüyle kesin olarak belirtmiştir.