*Z. Bilgili isimli okuyucu diyor ki, özetle: 'Cuma günkü yazınızda İsrail Meclisi'ndeki konuşmayı değerlendirmenizde bir genelleme hatası olduğunu düşünüyorum. İsrailli bir yetkili gelip acımızı paylaşırken, oradaki parlamenterlerin tepkilerinin İsrail'in tamamına mal edilmesi ağır kaçmamış mı? Müslüman, düşmanına bile adaletsizlik yapmaz.
-- Doğrudur, Müslüman düşmanına da adaletsizlik yapmaz, yapmamalıdır. Ancak ,o tartışmada bir-kaç parlamenter değil, oturumun başkanı olan kişinin de, o Müslüman hanımı, 'Türkiye adını zikretmeden konuşunuz.' diye ikaz etmesi, çok sıradan bir tartışma olsa gerek.. Kaldı ki, iki gün önce de, en önde gelen hahamlardan Scmuel Eliyahu'nun 'son depremde hayatını kaybedenleri, ilâhî bir cezayla, Kızıldeniz'de gark olan Fir'avun ordusu'na benzettiğini' de unutmayalım.
R. Kaya Bey de, aynı konuya değinip, 'o tartışmada kullanılan sözlerin, İbraniceyi bilenlerden sorulduğunda o şekilde olmadığı görülüyor. O Müslüman hanım milletvekiline yapılan itirazların daha çok onun, konuşmasını Arabca yapmasına itiraz olduğu anlaşılıyor.' diyor.
Evet, tartışılan konunun daha iyi anlaşılması için, konunun siyaq ve sibaqından, /sözün geliş ve gidişinden hareketle, eklemeler yapılmış olabilir. Ancak, İbranice bilenler öyle dediklerine göre, oradaki o Müslüman hanımın konuşmasının Arabcasının ve ona yapılan İbranice itirazları aynen, kelime kelime tercüme etmeleri de gerekir. Kaldı ki, o Müslüman hanım, Arabca konuşmasında, 'Sizin mâsumlarınız var da bizim yok mu? Sizin istediğiniz dışındaki mâsumlarrı teselli edeceğim.' deyimce, 'Git oralara, onları orada teselli et, defol!' sözleri de işitiliyor, biraz İbranice bilenlerin belirttiklerine göre. Kaldı ki, o kadar gürültü, orada sadece Arabca konuşma isteğinden kaynaklanmıyordu.
Bu vesileyle belirteyim ki, bu satırların sahibi, Yahudi ve Hristiyan düşmanı değilim, sadece Müslümanlara ve bizim değerlerimize karşı savaş açan Siyonist Yahudilerle ve Haçlı ruhunu diri tutmaya çalışan Hristiyanlarla elbette ki meselemiz var.
Ben şahsen, Yahudilerin, 2 bin sene öncelerde ve Müslümanlar tarafından değil, başkalarınca kovuldukları ve de Müslümanların asırlarca vatanı olan toprakları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonundaki uluslararası yeni güç dengelerinden istifade ederek, hele de 1948'den beri Müslüman halklara kan kusturarak işgal eden savunmasız sivilleri, on binlerce Müslümanları ve hattâ çocukları bile katleden ve Müslümanların en mukaddes mekânlarını çiğneyen Siyonistlerin kendilerinden başkasına samimî davranacaklarına inanmıyorum. Çünkü, Siyonist Yahudiler, sıradan Yahudilerden çok farklılar.
*
*Mükerrem Aslan diyor ki: 'Bu sene Hicrî 1444 yılı Receb ayının 27'sindeki Mî'râc gecesi kutlamaları vesilesiyle, bir kısım Müslümanlar, 'Mi'rac'ın Kur'ân'la sabit olup olmadığı' gibi tartışmalar başlattılar. Ne dersiniz?'
--- İsrâ Sûresi'nin ilk âyetlerinde anlatılan konuyu, 14 asırdır, Müslümanlar Mi'râc olarak isimlendirmişlerdir.
Bunun nasıl olduğu hakkında, geçmiş asırlarda da, kimileri, tasavvur, tefekkür, tahayyül ve idrak seviyelerine göre farklı yorumlar getirmişlerdir.
Allah aşkına, her şeyi kendi aklımızla ve 'sadece bizim dediğimiz doğrudur' diyerek yorumlamak, kendileri gibi düşünmeyen veya inanmayanlara müdahale ve haksızlık değil midir?
Evvelki gece, sünnî, kültürü içinde 'mî'rac' olarak gecesi olarak kutlandı. Şiî kültüründe de o gece, Hz. Muhammed'in Peygamberlikle vazifelendiriliş zamanı olarak anılmakta ve kutlanmaktadır; Bi'set bayramı, Iyd-i Meb'es olarak...
İman konularının akıl sahiblerini muhatab aldığı doğrudur. Ama vahyi ve iman konularını bütünüyle akılla yorumlamak çok farklı bir konudur. Nitekim Ahiret hayatını akılla değil, imanla kabul ederiz.
İman konularını akılla anlamaya çalışırız, evet, ama iman'ı, aklın sınırları içine hapsedemeyiz. Bu konuları sosyal medyada mecralarında tartışanlar, yeni nesillerin zihinlerini sarsmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmekte olduklarını nasıl düşünemezler?
*Habib Zârî ve Mustafa Toprakoğlu, bir takım emperial güçlerin dünyada sun'î, yapma depremler yaptırdıklarına dair iddiaları, tam da Türkiye'deki bu son deprem üzerine gündeme getirilmesine ne dersiniz?' diyorlar.
--Bu gibi iddiaları toptan kabul etmek, toptan reddetmek kadar sağlıksızdır. İnsanoğlu, dünyanın üzerinde olduğu gibi, dünyanın derinliklerinde de oynuyor. Ama bu gibi oynamalar, sırrını ararken elde patlayan bomba gibi bir durum da çıkarabilir. Ama bu iddiaları hemen kabullenmek de 'avanak avcıları'nın oyuncağı durumuna düşürebilir, insanı.
Mesela Türkiye'deki son depremlerle ilgili olarak kimi uzmanlar, Hiroşima'ya atılan Atom Bombası'nın 130 misli olduğunu söyledi, kimisi de, 500 atom bombası büyüklüğünde olduğunu; nasıl ölçtülerse.
Sadece şu kadarını belirtebiliriz ki, yer altında yanardağlar şekilleniyor. Ateş katmanları var. Gaz atmosferleri var. Petrol okyanusları var. Nehirleri, ırmaklar, pınarlar...
Bu kadar petrol ve gaz çıkarılıyor ve yer altındaki katmanlar arasında oynamalar meydana geliyor diyenler de boş konuşuyor değildirler, herhalde. Ama, bunları kesin bir bilgi gibi aktarmak, işte bu yanlıştır. 1974'lerde bütün dünyayı derinden saran ve sarsan büyük Petrol Krizi sırasında, dünyanın tamamı petrol olsa, bugünkü tüketim hızıyla, 50 sene sonra dünya tükenir diyen akl-ı evvel uzmanlar o zaman da vardı.
*İdris Tunalı yazıyor: 'Sadece Yahudi din adamları, hahamlar mı depremleri, îlahî bir ceza olarak değerlendiriyorlar? Hristiyanlarda ve Müslümanlar arasında da yok mu böyleleri?'
*Elbette her inanç, ideoloji veya felsefî sistemde de, tabiî âfetler konusunda bir takım yorumlar yapanlara rastlanır. 15 yıl öncelerde, Amerika'da bir eyalette büyük su baskınları olduğunda, binden fazla insan kurtulmaya çalışırken, timsahlar tarafından yutuldu.
O zaman bazı kardinaller, bunun bir ilâhî ceza olduğunu söylediler.
Bizde de, bazı Müslüman tipler var. Hemen, Allah adına, ceza açıklamak yetkileri varmış gibi. Hattâ ekranlardan eksilmiyorlar, öyleleri.
Elbette, tecrübî ilimleri esas alanların 'tabiat hadiseleri' dedikleri konu, aslında, 'Sunnetullah' denilen ve Allah'ın koyduğu kanunlar içinde cereyan eden hadiselerdir. Allah'u Teâlâ, bazı azgın ve zâlim toplumları cezalandırmak muradıyla, 'Sünnetullah' dediğimiz tabiat kanunlarının tabiî seyrine de bir takım istisnaî müdahalelerde bulunabilir. İlahî vahy'den gelen kitabların her birisinde bu konuda pek çok örnekler vardır, en başta Nuh Tufanı olmak üzere.
Ama yer ve göklerde, mahiyetini bilmediğimiz her gelişmeyi, hemen belli bir toplumun cezalandırılması için meydana geldiği şeklinde izah, 'adl-i ilâhî'ye de bühtan olabilir.
Eskiden ay ve güneş tutulmaları olduğunda, göklere kurşun sıkılırmış, acaib gerekçelerle.
Bunlar 'âvâm'ın inancıyla 'havass'ın inancı arasında bir takım farklılaşmalar getirse bile, hele de 'havass'ın, avâm'ı, onların inanç temellerine zarar vermeden aydınlatmaya tevessül etmeyip direkt olarak onları cahillikle suçlaması, o halk kitlelerinin de mukabil ağır suçlamalar yapmasından başka bir netice vermez.
*
*Malatya'dan Mustafa Taha diyor ki: 'Hepimiz deprem uzmanı olduk. Hattâ, yüzlerce yıldır böylesine büyük depremler yaşanmamışken, kimileri de deprem fay hatlarının olduğu yerlerde niye iskana izin verilir? diyorlar. Haydi, öyleyse, kaçalım, bütün fay hatları üzerindeki yerleşim birimlerinden. Meselâ İstanbul'dan da.
Tedbirli almak yerine sadece suçlamak ve tatbik kabiliyeti olmayan tedbirleri sıralamak ne getirir?
Ben öğrendim ki, Türkiye'de 375 bin müteahhid varmış.
Asıl bu büyük kitleyi bir zapt-u rapt altına almalı. İllâ da yeni depremler ve yeni yıkımlar olsun diye beklemeden.'
*
--Haklısınız. bu meslek grubunun büyük çoğunluğunun zengin olmanın dışında bir gayeleri olmayan ve yıkıldığı zaman da 'Allah'tan geldi, n'apalım!?' diye Allah'a bühtan etmenin kurnazlığına sığınan kimseler...
Evet, bunlara kesin çeki düzen verilmeli. Bakınız, onlar devrede olmayınca, bölgedeki TOKİ evlerinden on binlercesinden hiç birinde ciddî bir hasar olmamış. Bu tesadüf olamaz.
Evet, önce aklın gereği tedbirlere tevessül ve ondan sonra, Allah'a tevekkül.
*