Sabah yazarı Hasan Bülent Kahraman’dan cesaret alarak yazıyorum:
Bir vakitler, “Ne buluyorlar şu Borges’te?” diye bir cümle kurmuştum da, okur-yazarlığı tescilli arkadaşlardan tepki görmüştüm.
Ne bulduklarını gerekçelendirecek donanıma sahip kişilerdi ama “bulduklarını” zannettikleri şey konusunda bugüne kadar ikna edici bir gerekçe koyamadılar ortaya.
Söylenenler, edebiyat “kanon”u tarafından bolca kullanılmış ve tüketilmiş genelgeçer tanımlamalardan fazlasını içermiyordu.
Peki, ben ne aramıştım da bulamamıştım?
Doğrusu Borges okurken (aşağı yukarı Türkçede yayımlanmış bütün öykülerini okudum), bir “tatmin” peşinde olmadım. Herkes okuduğu ve çokça bayıldığı için okuduğum/okumak zorunda kaldığım bu “dev yazar”ın tadımlık kabilinden sunduğu (Doğu anlatılarında fazlasını bulacağımız) “hikmet kırıntıları” beni çekmedi.
Hele o sürreel öyküler...
İnsanı ve hayatı kendi “gerçekliği” içinde anlatan hikâyeleri daha çok seviyorum galiba... “Kazık” tabir edilen metinlerden, sözgelimi Faulkner ve Woolf’un yazdıklarından hoşlanıyorum, modern edebiyatın verimlerini daha “çekilir” buluyorum ama modern ötesini de kurcalayan Borges’e tahammül edemiyorum.
Başıma bir şey gelmeyecekse, Kafka’nın romanlarını da sevmiyorum.
Harikulade öyküleri vardır ama romancı olarak Kafka bana bir şey söylemiyor ve çoğunluğun (mesela) “Gregor Samsa”da ne bulduğunu anlayamıyorum.
Yine başıma bir şey gelmeyecekse, John Fowles’ı, ikonlaştırılmış birçok romancıdan (o romancıların ismini sayamam, gerçekten de başıma bir şey gelir) daha başarılı buluyorum.
Girişte, Hasan Bülent Kahraman’dan, “Sabah yazarı” diye söz etmiştim. Haksızlık olmasın. Yetkin bir yazar ve eleştirmendir aynı zamanda; “ders” niteliğinde okumaları vardır. Biraz da onun seçiciliğine güvenerek ve “dokunulmazlığının” gölgesine sığınarak bu lafları ediyorum.
Şimdi büyük varoluşçu filozof Sartre’ın, özelikle bir kuşağı etkilemiş romanlarından bahis açsam ve “Bir Sartre romanı görürseniz, kaçın” desem, en hafifi, “Hadi oradan, sen ne anlarsın” olan bir dizi tepkiyle karşılaşacağım.
Övünmek gibi olmasın ama biraz anlarım.
Romancı olarak Sartre bir şey değildir.
Bütün bir “romancılık kariyeri” boyunca, Camus olmaya ve Meursault gibi bir karakter yaratmaya çabalamıştır. Yüzüne gözüne bulaştırmıştır. (İyi ki tanıklarım var. Hatta bu konuda “kanon” kararı bile var.)
İzniniz olursa, Nazım Hikmet de sevmiyorum.
İkonlaştırılmış ve parçalanıp tüketilmiş Oğuz Atay’la da işim olmaz.
Bazı muhitlerde, bazı isimler, “statü göstergesi” olarak değer ifade ederler... Yani statü ve sınıf (ya da siyasal aidiyet) belirlemede kullanılırlar.
Nazım Hikmet, edebiyat tarihindeki yeri itibariyle bir değere tekabül eder ama piyasadaki “dolaştırılış gerekçesi” problemlidir ve buradan edebi bir lezzet çıkmaz.
Oğuz Atay da öyle...
Merhum, “resmî ideoloji” başlığı altında toplayacağımız değerler sistemine en ağır eleştirileri yöneltti, bir Tanzimat sapması olarak ortaya çıkan “aydın”ı yerden yere vurdu ama bugün aynı düşünsel sapmanın oluşturduğu değerler dünyasının (ve elbette cahil cühela takımının) en gözde yazarı durumunda.
Yıllarımız, “Yahu adam size küfrediyor, farkında değil misiniz?” çırpınışıyla geçti.
Hâlâ farkında değiller.
Doğmasına izin vermedikleri (türlü ayak oyunlarıyla doğumunu geciktirdikleri) Oğuz Atay’ı kendi elleriyle öldürdüler. İşledikleri cinayetin de farkında değiller.
Bir tarihte, polemiğe tutuştuğumuz bir gazeteci, benimle “kültür farkını” (!) vurgulamak için, “Sen hiç Galeano okudun mu?” diye sormuştu.
O okumuştu da, ne olmuştu?
Ne öğrenmişti?
İçinde bulunduğu “hal”den kurtulmasına yardımcı olmuş muydu öğrendikleri? (Efendim, Galeano Latin Amerika’nın vicdanıymış.)
Nihat Gençdaha başarılı metinler yazıyordu oysa. İzzet Yasar daha sarsıcı öykülere imza atmıştı. Ve gözden ırak kalmış Gökhan Özcan daha mütekâmil bir “vicdan”dı.
O Galeano okumuştu ama hâlâ bomboştu.
Tıpkı bizim Borges okuyan (ama ne okuduğunu bilmeyen) mebus arkadaş gibi.
HAMİŞ
Daha anlatacaklarım var ama yer kalmadı. Bunu gecikmiş bir bayram yazısı sayın. Bu vesileyle gecikmiş tebriklerimi kabul edin.