Bu gömlekte oğlumun kokusu var, o gitti gideli bu gömleği koklayıp duruyorum. Koklaya koklaya bu koku da bitti, oğlumdan kalan gömlekteki kokuyu da bitirdim..’ diyordu yüreği oğul hasretiyle dağlanmış bir anne.
Cuma günü Diyarbakır’da AK Parti Genel Merkezi’nin düzenlediği çalıştaydayız. Öğle arasından yararlanıp, anneleri Halime Kökce, Murat Yılmaz ve Yıldıray Oğur’la beraber ziyaret ediyoruz. Anneler her ziyareti yeni bir umudun başlangıcı olarak görüyorlar. Umutları artıyor ve ziyarete gelen insanların önemli ve etkin kişiler olabileceğini düşünerek sanki, taleplerini peş peşe anlatmaya başlıyorlar. Her anne kendi cephesinden olup bitenleri izaha koyuluyor ve kendi hikayesini anlatıyor. İnsanın dilinin tutulduğu, kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlardan biri işte. Sekiz yıl geçmiş aradan. Oğlunu, kızını dağlarda kaybetmiş annelerle yaptığım söyleşiler geliyor aklıma. Saatlerce süren o söyleşiler sırasında ne çok ağlamış ne çok hüzün duymuştum. 2006 yılında, ‘Her Şey Bitti Ana’ya Söyleyin’ adıyla yayınlanan ve içinde otuz hikayenin olduğu bu kitabı, yeniden okuyorum bugünlerde.
***
Dağ’a dair hikayeler otuz yıldır bitmedi. Benim hikayesini yazdığım annelerin, kendi çocuklarına kavuşmak için verdikleri mücadelenin odağında devlet vardı. Anneler dağa çıkışlarda devleti sorumlu görüyor ve bu sorumluluğun çok somut, hiç inkar edilemeyecek örneklerini anlatıyorlardı. Hiçbirinin aklına, o inkar ve zulüm yıllarında, dağa çıkışın sebeplerini gidip PKK’ye sormak gelmiyordu. Dağa çıkmaya toplum vicdanında meşruiyet kazandıran çok sayıda sosyal-siyasal sebebin adresi ve üretildiği yer dün, devletin çeşitli kurumlarıydı.
90’lı, hatta 80’li ve 70’li yıllarda birdenbire kaybolan gençleri, çocukları, genç kızları insanlar karakollarda, sorgu merkezlerinde, valilik makamlarında, insan hakları derneklerinde, cesaretleri varsa tabi, arayıp bulmaya çalışırlardı.
Zamanın ne kadar değiştiğini anlamak için, şimdi kaybolan çocukları annelerin kime sorduklarına bakmak yeterli. Kayıpların sorgulanacağı adres değişti artık. Çünkü gençler ve çocuklar, devletin sorgulama merkezlerinde filan değil, dağlarda aranıyor. Kayıpları arama çadırları, valilik makamının önünde değil, Kürt siyasetinin yönettiği belediyenin önüne kuruluyor.
***
Dağa çıkmayı meşru kılan siyasal, sosyal sebeplerin üretildiği adresler değişti artık.
Bu muazzam değişimin yarattığı ve yaratacağı sonuçları başta Kürt siyaseti olmak üzere herkes iyi görmeli ve iyi analiz etmelidir.
Yıllar önce Yüksekova’da bir Kürt anne ve eşiyle karşılaşmıştım. Yaşamadığını çok iyi bildiği, ama vurulduğu yerde hiç değilse ona ait olabilecek bir eşya, bir şey bulma umuduyla yanıp tutuşuyordu.
Kandil’e gitmiş, oğlunun vurulma ihtimali olduğu söylenen birkaç mevkinin adresini almıştı. Mevki dediğim dağlarda çeşitli yerler tabi. Orada yaptığı aramalardan da bir sonuç alamamıştı. Hikayesini anlattı ve yardımcı olup olamayacağımı sordu. Sustum kaldım. Ona hiçbir şekilde en ufak bir umut verebilecek durumda değildim ne yazık ki. Kendimi ezik ve çaresiz hissettiğim anlardan biriydi. Söze girmeden dinlemeyi tercih eden eşi, bu çaresizliğimi fark etmiş olacak ki, birden dönüp şöyle dedi:
‘Sus artık.. Ne yapalım oğlumuz Kürdistan için şehit oldu. Yapacak bir şey yok..’
Oğlu, kızı dağlarda olan anne-babalar, hiç farklı düşünmüyorlardı o yıllarda.
Ama şimdi her şey çok değişti. Halk dağa çıkışın sebeplerini sorguluyor, dağa çıkan yoksullarla, dağa çıkmayıp işin siyasetiyle meşgul olanlar arasında açılan mesafeyi düşünmeye ve anlamaya çalışıyor.
***
Silahlı mücadele geleneğinin halkla kurduğu ilişkilerin temelinde, halkı inkara ve zulme karşı başkaldırıya çağırmak vardı. İnsanlar çocuklarının dağa gitmesinin yarattığı acıya bunun için katlandılar. Ama şimdi, değişen ve normalleşen koşullarda dağlara yollanmanın izahını anlayamıyorlar.
Şu bir gerçek ki, zamanla dağdakilerle, Kürt siyasi elitini dağda ve şehirlerde temsil edenler arasındaki ilişkiler, efendi-köle ilişkisine dönüştü.
Kürt siyasetinin elitleri, bir halkı, özgürlük için, kanının son damlasına kadar savaşmaya mecbur hissediyorlarsa hatta buna inanıyorlarsa ortada vahim bir durum var demektir. Çünkü özgürlük için Türkiye’nin siyasi koşulları, insana başka şeyler yapmayı emrediyor, silahı alıp dağa çıkmayı değil..
Medeniyet dediler halka kıydılar, şimdi de özgürlük diyorlar ve halkın henüz reşit bile olmayan çocuklarını dağlara davet ediyorlar.
CHP’li bir kadın vekil, Başbakan Erdoğan Dersim için özür dileyip tartışmaları başlattığında, Dersim’de saçları kazınarak Türk ailelere teslim edilen, bu şekilde de köklerinden kopartılan kızların yaşadığı trajediyi, hatırlayacaksınız, ‘medenileştirme’ kavramına sığınarak izah etmeye çalışmıştı.
‘Daha ne kızlarınızı medenileştirdik’ anlamına gelen bir açıklama yapmıştı bu kadın vekil. Bu vekilin partisi, Dersim’de uygulanan jenosidi meşrulaştırmak için, Dersimlileri hala da, Batılıların kışkırttığına inanıyor. İngilizler, Fransızlar para vermeseler ve Seyit Rıza’yı ayaklandırmasalar Dersim harekatı olmazdı diyorlar.
***
Dersim’de jakoben ‘medeniyet’ projeleri adına teslim alınamayan ama katledilen bir halkın hatırasını itibarsızlaştırmaktan başka bir şey değil bu.
Şimdi aynı tutumu Kürt siyasetçiler, kendi halklarına reva görüyorlar. ‘Kızınız dağa çıktıysa, sevinmelisiniz, özgürlük içindir’ yollu bir düşünceyle, ‘Dersimli kızları medenileştirdik, olanlar medeniyet uğruna oldu’ demek arasında bir fark yok. ‘Kürtleri isyana Batılılar soktu, çil çil altınlar olmasa Kürtler dağa çıkmazdı’ demekle, Diyarbakır Belediyesi’nin önüne çadır kuran ve çocuklarını isteyen annelere MİT para veriyor demek arasında zihniyet bakımından hiçbir fark yoktur. Kürt halkı bu düşünce biçimini sorguladıkça, özgürlükler için 16-17 yaşındaki çocukların dağa yollanmasına gerek olmadığını, daha iyi anlayacaktır. Anneleri ziyaretimde, en çok bu açıklamanın onları çok kırdığını ve çok üzdüğünü gördüm. Hiçbir anne buraya menfaat için oturmaz diyorlardı. Burada bizi oturmaya zorlayan bir tek şey var, o da yüreğimizdeki acıdır. Kaldı ki, çocuğu dağda olmayıp da o çadırda oturan hiçbir aile yoktur. Görmedik böyle bir şey. Orada oturan annelerin her biri elinde ya oğlunun ya kızının fotoğrafıyla oturuyor.
Diyarbakır büyük acıların hala taptaze olduğu bir şehir. Kanal 24 için akşam Gazi Köşkü’nde bir program yaptık. Hem de Atatürk’ün Diyarbakır’a geldiği zamanlarda dinlendiği köşkün avlusunda. Şükür dedim içimden, bugünleri de gördüm. Kemalist politikalardan bize miras kalan bir sorunu çözmek ve bu mirasın başımıza açtığı belalardan nasıl olacak da kurtulacağız diye tartışmak için, yüz küsur yıl sonra, Mustafa Kemal’in Diyarbakır’daki köşküne kuruluyor ve usul usul yağan yağmur altında fikirlerimizi paylaşıyoruz. O Mustafa Kemal ki, Kürtler’e otonomi vaat etmiş, bunun bir taktik olduğu anlaşıldığında da, Kürtler çaresiz ortada kalakalmışlardı. Türkçülüğün en büyük ideologlarından Diyarbakırlı Ziya Gökalp’in vefat ettiği yıl olan 1924 yılı, Kemalistlerin inkar politikalarını hayata geçirdikleri yıl oldu.
Kürt halkı, Jakoben ‘medeniyet’ projelerinden çok çekti. Şimdi de jakoben ‘özgürlük’ anlayışından çok çekiyor.
Çalıştay’la ilgili izlenimler yarına.