1961 Yılı’nın Eylül ortalarında bir Perşembe akşamıydı.
17 Eylülden sonraki ilk Perşembe olmalı.
Üniversiteyi okuduğum Bonn Şehri’nde bir gazete bâyîi önünden geçerken ansızın nasıl irkildiğimi hâlâ çok net hatırlıyorum. Âdetâ miğdeme bir dirsek yemiş gibi olmuşdum.
Beni irkilten, perşembeleri piyasaya çıkan “stern” Dergisi’nin kapak resmiydi.
Orada beyaz îdam gömleği içinde darağacında sallanan Adnan Menderes görülüyordu.
Böylece, iki sene önce talebe olarak geldiğim Almanya’da Türkiye’nin medya tarafından ilk defâ olarak manşete taşındığına şâhid oluyordum!
Ne mutlu olay!!!
İki senedir Türkiye ilk defâ olarak manşete yükselmeyi “başarmış”dı!
Sanki Türk olduğum alnımda yazılıydı da bunu fark edenler suratıma tüküreceklermiş gibi, yanaşıp dergiden bir nüsha satın almaya utandım ve oradan uzaklaşdım.
O sıralar 22’sini süren bir gençdim ve doğrusu îdam cezâsı konusunda hiç kafa yormamışdım. Bu meseleyi o zamâna kadar daha ziyâde birtakım westernler yâhut buna benzer mâcerâ filmleri bağlamında mütâlâa etdiğimi fark ederek bir daha irkildiğimi de hatırlıyorum.
Sonraları bu konu üzerinde epeyi düşündüm ve tanıdıklarla da tartışdım.
Ben îdam cezâsına karşıyım!
Gerekçelerim şunlar:
Bir kere kesin ve dönüşsüz bir sınırı aşdığı ve böylece muhtemel bir yanlış hükmün düzeltilmesi imkânını ortadan kaldırdığı için. Milyonda bir ihtimâl bile olsa, ki bu ihtimâl şübhesiz çok daha yüksek, bir mâsumun devlet eliyle katledilmesi benim benimseyemeyeceğim bir metod.
İkincisi îdam cezâsını bâzı suçlar için “çok hafif” buluyorum.
Evet, bir insanın canını almak netîceten birkaç sâniyelik bir iş. Oysa öyle canavarlıklar var ki bunları işleyenler için ölüm aslında bir kurtuluş.
Bu durumda suçlunun meselâ ağırlaştırılmış müebbed hapisde meselâ 25/30 senenin her günü bir vicdan muhâsebesi yapması bence daha ağır bir cezâ.
Üstelik, yine milyonda bir ihtimâl bile olsa, eğer bir hatâ işlenmişse o mahkûmun tekrar hürriyetine kavuşması ve üstelik (hukuk devletlerinde!) yüklü bir tazmînât alması alternatifini de içeriyor.
Politik îdam cezâları ise zâten başlıbaşına problematik bir mâhiyet arzeder!
Çünki politik sebeblerden ötürü îdâm edilenler, eğer işler biraz farklı gelişip de kendileri kazansalardı bu sefer bizzat “kahramanlar” olarak diğerlerini darağacına göndermekden genellikle çekinmezler.
Bu bakımdan kimin iktidar koltuğuna kimin sehpâya yöneleceği biraz da kumar gibi bir şeydir.
Onun için ben, bütün îdam cezâları arasında en fazla siyâsî îdamlara karşıyım desem yanlış olmaz.
Tabii bu, öbürlerine bir nebze olsun cevaz verdiğim anlamına gelmez.
Bunu da bâhusus vurgulamak isterim.
Bu vesîleyle vurgulamak istediğim bir başka husus şudur:
Evrensel hukuk kurallarına göre kesinleşmiş bir cezânın, ortaya çok bâriz yeni deliller çıkmaz ise, infaz devâm ederken rafa kaldırılıp mahkûmun tekrar muhâkeme edilip daha ağır bir cezâya çarptırılması kesinlikle gayrı-kaabil-i mümkindir!!!
Yâni bir adamı meselâ önce müebbed hapse mahkûm edip aradan on yıl geçdikden sonra “Yok, bu cezâ yeterince ağır değil. Ben öbürlerinden daha ‘bağımsız’ bir savcıyla bir yargıç buldum. Şimdi seni onlar bir kere daha şeyedip benzetecekler.” demek olmaz!!!
Hele îdam cezâsının daha yıllar önce SAVAŞDA DAHÎ kaldırıldığı bir ülkede kat’iyyen olmaz!
Bir hukuk devletinde böyle bir “farce” kesinlikle câiz değildir!
Nâçizâne kanaatim politikacıların, hele hele kalburüstü politikacıların bu tür meselelerden, lakırdıyla bile olsa, tamâmen uzak durmaları gerekdiği istikaametindedir.
Şimdi diyeceksiniz ki Birâder, sen bunları durup dururken bize neden anlatdın?
Hiiiç... Ne bileyim ben?
Maksad laf olsun torba dolsun...