Obama’nın ilk seçim kampanyası sırasında ve görevinin ilk yıllarında da bu dedikodu vardı. İslam dünyası ile temiz bir sayfa açacağı, ABD’nin Ortadoğu’da askeri varlığına son vereceği iyimserliği de destekliyordu bu dedikoduyu. Biz zaten severiz böyle şeyleri. Obama’nın Müslüman olma ihtimalini de sevdi İslam alemi.
Siyahtı, babası bir Müslümandı, adı da Barak Hüseyin’di.
Müslüman olmasa bile Obama, oğul Bush’tan sonra iyi gelmişti.
Müslümanlık saklanası bir şey değildir. Müslüman olarak yaşayamadığın yerden hicret etmek Peygamber sünnetidir. Bu yüzden Obama’nın Müslümanlığı bahsinin konuşulmaya değer bir tarafı yoktur.
Prens Charles’ın Müslümanlığı gibi Obama’nın Müslümanlığı da Müslümanlara verilmiş bir ağız tatlandırıcısı değilse üçüncü sayfa asparagas haberi değerindedir, o kadar.
Lakin Obama’nın göreve gelmesiyle birlikte ABD, İran ile ilişkilerini normalleştirme niyetine girdi. Nükleer anlaşma süreciyle eş zamanlı olarak İran’ın dış politikasında Şii yayılmacılığı başat hale geldi. Suriye’deki muhalefetin İran ve Hizbullah’a boğdurulması da Obama’nın ikircikli politikalarının sonucu oldu.
2003’te Irak’ın işgaliyle atılmış olan mezhepçilik tohumlarının hasadını Obama yaptı. Bir milyon Müslüman, oğul Bush’un politikalarıyla katledildi, yüzbinlercesi de “takkeli Obama”nın politikalarıyla...
DAEŞ: Harici şiddetin yeni temsilcisi
Ramazan’ın son haftasında DAEŞ, Müslümanları hedef alan saldırılar gerçekleştirdi.
İstanbul, ardından Bağdat sonra da sırasıyla Cidde, Katif ve Medine’de...
Mescid-i Nebevi’nin yanı başında, Peygamberimizin huzurunda Müslüman kanı akıttı DAEŞ. Sabah namazı için mescide giderken Hz. Ali’yi katleden Haricilerin bugünkü temsilcisi olduğunu bir kez daha ispatladı.
DAEŞ’i “İslamcı terör” diyerek ananların bir daha durup düşünmesi gerekir. Nasıl ki PKK-PYD’den bahsederken “Kürt terörü” demiyoruz, DAEŞ’ten bahsederken de “İslamcı terör” diyememeliyiz.
Fakat terörün kendine bahane bulması çok da zor değil. Hele de Ortadoğu gibi bir asırdır işgal, istila ve sömürü altında istismar edilen toplumlarda.
Bu toplumların, diktatörlüklerce yönetildiğini de hesaba katalım.
Esed’in ömrünü uzatan, Suriye’yi tümden cehenneme çeviren ve bölge için istikrarsızlık kaynağı olan DAEŞ’i nedense bir türlü alt edemeyen “müttefikimizin”, partileşmiş ve seçim kazanmış olan İhvan’ı terör listesine aldığını da akılda tutalım.
PYD/YPG’yi terör örgütü olarak görmediklerini bir kez daha yinelediklerini de tabi...
***
Türkiye’nin bir süredir uygulamaya koyduğu “normalleşme” hamleleri bu büyük resim içinde ele alınmalı. Bunun bir “çark etmek”, “Müslümanları satmak”, “ideolojik dış politikanın yanlış olduğuna nihayet uyanmak” gibi tahfif edici ifadelerle değerlendirilmesi ise en başta Türkiye’yi küçük görmekle alakalı.
Bir de ayakları Türkiye’ye basan bir politik vizyona sahip olmamakla...
Türkiye bölge halkları için ilham kaynağı oldu. Arap Baharı ile başlayan zorlu süreçte hem askeri, hem politik hem de ekonomik anlamda kapasitesini büyüttü.
Türkiyesiz çözüm masası kurulamayacağını da göstermiş oldu.
En başta demokrasiden taraf oldu.
Türkiye’nin, Mısır’da darbe olurken, İsrail dokuz vatandaşını uluslararası sularda katletmişken ya da Esed onbinlerce vatandaşını öldürürken hiçbir şey olmamış gibi davranmasını bekleyenler, bugün Erdoğan’ın normalleşme adımlarını eleştirmeye koyulmuş.
Dış politikada revizyona gitmek hataları düzeltmek anlamına gelmez. Bazen dün yaptığınızda doğru olan şey bugün yanlış olabilir.
İsrail ve Rusya adımlarını muhtemelen Mısır takip edecek.
DAEŞ ve PYD’nin Suriye üzerinden Türkiye için hayati tehdit olduğu bir vasatta atılan bu adımları hayra yormamak art niyet değilse ne?