Cumhurbaşkanı Erdoğan Nükleer Güvenlik Zirvesi için Washington’da. Havada izleme imkanı bulduğu Türkiye-Avusturya maçının keyif verici skoruyla indi havalimanına. Konaklayacağı otelin önünde ise kalabalık bir gurubun sevgi ve coşkusuyla karşılandı.
Bir iki “altın nesil” parçası da hazırdı tabi.
Kameraman peşinde koşan “üçüncü sınıf şöhret” sendromu artık bunlarınki.
Washington’a yaklaşık bir yıl önce geldiğimde bile Paralel Yapı’nın burayı kendine üs edinmiş olan üyeleriyle ilgili yaygın kanaat, “Bunlar da baydı artık” şeklindeydi.
Kongre üyelerini de, think tank’çileri de, lobicileri de usandırmışlardı. Sosyalleşme sorunu yaşamaya başlamışlardı.
Onlara gösterilen hürmetin sebebi Türkiye’de hükümete yakın tutumlarıydı. Türkiye’deki yöneticilerle ilişkileri üzerinden ABD nezdinde itibar görebiliyorlardı.
Sadece kendi ajandaları olmadığı belli bir darbeye kalkıştılar sonra. Fakat başaramadılar. Sonrasındaki süreç, giderek buradaki varlıklarını da sorunlu hale getirmeye başladı.
ABD ve AB, Türkiye’nin bu konudaki hassasiyetini karşılayacak bir davranış biçimi geliştirmemiş olsa da şunu net olarak biliyorlar artık; bu yapının Türkiye’de hiçbir itibarı kalmamıştır, devlet nezdinde birinci dereceden ulusal güvenlik meselesi olarak algılanmaktadır.
Bunun anlamı ne?
Bu yapıyla kurulan “iyi” ilişki Türkiye tarafından “dostane olmayan bir tutum” olarak not edilecektir.
Fakat şunu da ilave edelim Türkiye Paralel Yapı’nın ve PKK’nın çektiği tuzağa düşme lüksüne sahip değildir. Dış politikasını bu iki örgütün parantezine hapsedecek değildir.
***
Mart ayı içindeki bazı gelişmeler üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaretiyle ilgili spekülasyonlar yapıldı. Önce, Türkiye ile ilgili düşünceleri malum olan iki eski büyükelçinin “İstikrarlı ve demokratik Türkiye için Erdoğan’ın ya reform yapması ya da istifa etmesi gerektiğini” söyledikleri yazı yayınlandı. Ardından, George W. Bush’a İran ve Irak konularında danışmanlık yapan yani ABD’nin, ucu bugünlere uzanan kanlı ve başarısız politikalarının mimarlarından olan Michael Rubin’in “Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir darbe yapılabileceği ve bunun sonucunda yaşanabilecekler” konulu yazısını okuduk. Ve bu hiçbir analiz değeri olmayan sansasyonel iki yazı, Türkiye’de “PKK da Erdoğan’ı deviremedi son umut ABD darbesi” diyenlerin kafa göstermesine yol açtı.
***
Ama bence hepsinden önemlisi Obama’nın Atlantic dergisinde yayınlanan mülakatıydı.
Türkiye basınında röportajla ilgili ön plana çıkan, Obama’nın Erdoğan’a “otoriter” dediği, demeye getirdiği gibi şeyler oldu. Röportajın önemli kısmı ise Erdoğan’ın Obama’nın canını sıkmış olması. Neden mi canını sıkmış? Vakti zamanında Bush’un canını neden sıktıysa şimdi de o yüzden!
Çünkü Türkiye büyük ordusu ile Suriye’de ABD’nin istediği şeyi yapmamış.
Obama da Cumhuriyetçiler gibi Türkiye’nin ABD’ye kara gücü olmasını bekliyormuş. Sözün özü, ABD Suriye’deki beceriksizliğini Türkiye’ye yıkma çabasında. Obama ise kendi lider zaaflarını örtmek için Erdoğan’a karşı haksız yere yürütülen negatif kampanyadan istifade etmeye çalışıyor.
***
Oysa şunu biliyoruz, Suriye’de kimyasal silah kullanılmasına rağmen Esed’i devirecek bir formül geliştiremeyen ABD’dir, Suriye’deki durumun mimarı.
Esed orada durduğu müddetçe Suriye krizinin derinleşeceği, isyanın bir iç savaşa dönüşeceği, yabancı savaşçı dediğimiz olgunun realize olacağı, DAEŞ ve PKK gibi terör yapılarının boy göstereceği herkesin öngörebildiği şeylerdi.
Türkiye bu süreçte evet çok hırpalandı ama hem istihbari hem askeri ve siyasi anlamda devlet kapasitesini çok genişletti. Bu, işin gerçek uzmanları ve sahipleri tarafından yapılan bir tespit.
Obama’ya gelince, herhalde gider ayak en çok hayıflandığı şey bir Erdoğan olamamaktır. Arap Baharı ile tanıştı “derin ABD” ile ve oraya başkan değil bürokrat olduğunu fark etti bence.
Eminim en büyük hayal kırıklığı Erdoğan değil kendisidir!