Son seçimde Demokratların Kongre’de çoğunluğu kaybetmesiyle “topal ördek” durumunda kalan Başkan Obama’nın geri kalan iki yılında nasıl bir siyaset izleyebileceği konusu iki farklı şekilde yorumlanabilir. Zaten daha seçim sonuçları duyulur duyulmaz iki farklı görüş ortaya çıktı bile. Bir görüşe göre Obama’nın geçen altı yıl boyunca yapmayı beceremediği şeyleri kalan iki yıl içinde yapmasını beklemek gerçekçi değil. En azından bu konuda fazla ümitli olmamak gerekir. İkinci görüştekiler ise Obama’nın geride kalıcı bir eser bırakarak görevinden ayrılmak istediğini, bunun içinse önce İran’la barışma projesini hayata geçirmeyi, sonra da Filistin sorununda akıllarda kalacak etkili bir adım atmayı amaçladığını söylüyorlar.
Bu tabloda görülen o ki Obama’nın Ortadoğu’yla ilgili politikası öncelikle İsrail ve Suudi Arabistan’ı -ve onların irili ufaklı müttefiklerini- rahatsız ediyor. Önümüzdeki iki yıl içinde kendisinden beklenen adımları atabilmesi de bu denklem içinde bir hareket kabiliyeti bulması halinde mümkün olabilecek.
ABD’nin müttefiklerinden bir kısmının -ve bu arada Rusya’nın- atılacak adımlara kendi çıkarları doğrultusunda destek vermesi de söz konusu olabilir. Türkiye’nin bu sahadaki yaklaşımı da bu alanda geleneksel işbirliği anlayışını sürdürmeye uygun. Zaten Türkiye’nin Ortadoğu politikası başından beri Obama yönetiminin yaklaşımıyla örtüşme içindeydi. Çünkü her iki ülke de Filistin meselesinin çözümü, bölgenin demokratikleşmesi ve İran’ın sisteme kazandırılması konularında ortak bir bakış açısına sahiptiler. Bundan dolayı mevcut İsrail yönetimiyle her iki ülkenin de arası açık.
İran konusundaki işbirliği çabası Obama’nın 2010’da BM’deki oylamada Türkiye ile Brezilya’yı yarı yolda bıraktığı “tarihî manevra”dan sonra yara almış olsa da ortak yaklaşımların değiştiği söylenemez. Bu bağlamda ABD’nin İran’la barışmasından Türkiye’nin rahatsız olmayacağını da söylemek gerekir. Ancak bölgede oluşturulmaya çalışılan Şii-Sünni bloklaşması teşebbüslerine karşı İran’ın da sorumluluk taşıyan bir tutum alması icap ettiğini unutmayalım... Washington’un bu konuda Ankara’yı tatmin edecek bir tutum alması gerekiyor.
Bölgenin demokratikleşme konusunda ise özellikle Arap Baharı sürecinde iki ülke aynı safta yer aldılar. İhvan çizgisindeki grupların etkinlik kazanmasını desteklediler. Ancak bu tutumları bölgedeki antidemokratik rejimlerin de sert tepkisini çekti. Washington ile Riyad arasında görülmemiş derecede soğuk rüzgârlar estiğine şahit olduk.
Biraz da bu yüzden Mısır’da Suudiler ve müttefiki Körfez emirliklerinin desteğiyle gerçekleştirilen askeri darbeye ABD çok açıkça tavır almadı. Çünkü öncelikle hem Körfez’deki dostlarını hem de İsrail’i kızdırmasını gerektirecek seviyede bir memnuniyetsizlik hissetmesi söz konusu değildi. Mısır’ın yeni rejimini dışlama riskini değil, “bu sefer de bunlarla çalışalım bakalım” pragmatizmini tercih etti. Türkiye öyle yapmadığı için arada bir parça farklılık oluştu... Ama öyle görünüyor ki asıl farklılaşma Suriye konusunda giderek büyüme istidadı gösteren politikalarda söz konusu olabilecek.
Washington dört yıldır devam eden Suriye iç savaşının kolayca sona ermeyeceğini görüyor. Diğer taraftan, mevcut tabloda giderek güçlenen IŞİD ve benzeri “aşırı” grupların bölgede Sünni egemenliği peşinde koşan ülkelerin elinde Amerikan çıkarlarına tehdit anlamı kazandığını düşünüyor.
Obama’nın arkasında bırakacağı en büyük eser olması için çabaladığı “İran’la barışma” projesini de hesaba katarsanız, ABD’nin Suriye politikasında kendisini güvenceye almanın yolu olarak Esed rejiminin stabil olmasını isteyeceği düşünülebilir. Amerikan Başkanı’nın İran’ın dinî liderine gönderdiği gizli mektupta “Suriye’de sizin ve müttefiklerinizin zarar görmesine yol açmayacağız” şeklinde bir teminat verdiği doğruysa yangın bacayı sarmış demektir. Bu durumda Türk-Amerikan ilişkileri için yolların ayrıldığı kavşak noktası Mısır’dan ziyade Suriye olabilir gibi görünüyor. Peki, bu şartlarda Türkiye ne yapmalı? Ne yazık ki dostlarımızın tutarsız veya ahlaki ilkelere uygun olmayan tavırlar içinde olmalarından şikâyet ederek bir şey elde edemeyiz. Türkiye de, tıpkı ABD’nin yaptığı gibi, mümkün olduğunca esnek bir yaklaşımla bugünün şartlarını göz önünde bulundurarak eski yaklaşımlarını revize edebilmeli. İç ve dış güvenlik tehditlerinin her zamankinden fazla hissedildiği bugünlerde yüksek riskli politikalar sürdürme lüksümüz yok çünkü.