Yakın geçmişte devlet içinde yapılanan belirli bir grubun yargıda gerçekleştirdiği ince organizasyonlar sonucunda “özel yetkili” mahkemeler marifetiyle yürütülen birtakım siyasi davaların amacından saptırılıp başka hesapların görüldüğü bir yargılama sürecine dönüştürüldüğü artık herkesin kabul ettiği bir gerçek.
O süreçte “kurunun yanında yaş da yanmasın” diye feryat edenlerin haklı olduğu, darbelerle ve darbecilerle mücadele perdesinin arkasında saklanan gerçek amacın belirli devlet kurumlarının denetimini ele geçirmek üzere kadro tasfiyesi yapmak olduğu bu son süreçte ortaya çıkan ayrıntılı bilgiler sayesinde iyice belli oldu. Her şey ayan beyan ortaya çıktığı için de artık bu yargılamalarla ilgili itirazlarını dile getirenlere hiç kimse “böyle yaparsan darbecilerin ekmeğine yağ sürersin” demiyor.
Bu noktaya gelişimizde elbette cemaatin hükümeti devirmeye yönelik 17 Aralık girişimiyle başlayan süreçte meydana gelen çatışmanın payı var. Bu sayede siyasi iktidar cephesinin daha önce müttefiki gibi görmek istediği cemaatin gerçek amaçlarını anlamış olduğu söylenebilir. Dolayısıyla “kumpas”ın telaffuz edildiği, şüpheli veya uydurma delillerle haksız cezalara mahkûm edilen kişiler için “yeniden yargılama”nın önünün açıldığı bir aşamada eski defterlerin yeniden açılıp bu cürümleri işleyenlerden hesap sorulması kaçınılmaz. Ama daha önemlisi, Türk ordusuna yönelik “kumpas”ın hangi amaçla kurulduğunu tespit edip bu çerçevede gerekeni yapmak olmalı.
Bu bağlamda Ergenekon ve Balyoz davaları çokça konuşuluyor ama belki yargılananlar adı fazla bilinen kişiler olmadığı için daha az gündeme gelen benzer davalar da var. Mesela “Askeri Casusluk” davası... Balyoz’un ordu içindeki istenmeyen kadroları tasfiye edip onların yerine geçmesi arzu edilenlerin önünü açmayı hedefleyen karanlık bir operasyon olduğuna dair iddia artık yaygın kabul görmüş durumda. İzmir’de ve İstanbul’da kotarılan iki ayrı Casusluk davası da aslında Balyoz’un ikinci adımı sayılabilir. Zira burada da amacın TSK içinde kadro tasfiyesi yapmak ve birilerinin ayağını kaydırıp başka birilerinin önünü açmak olduğu analizini yapmak zor değil. Bu operasyonun arkasında hangi uluslararası aktörlerin yer aldığını tespit etmek ise işin diğer boyutu.
Özellikle Balyoz davasında sergilenen hukuksuzluklar ve pervasızca gerçekleştirilen dijital delil imalatı açıkça gösteriyor ki belirli bir hedefe ulaşmak için ne gerekiyorsa yapılmış, hukuk ve yargı gücü bir silah olarak kullanılmış. Balyoz belgelerinde bahsedilen sokak isimlerinin belirtilen tarihlerde farklı olduğu, adı geçen bazı derneklerin ve şirketlerin o tarihte henüz kurulmamış olduğu, bu dijital belgelerin 2003’te henüz piyasaya çıkmamış olan Microsoft Word 2007 sürümüyle oluşturulduğu gibi küçük ama mide bulandıran ayrıntılar ortada...
Ne var ki Balyoz’da ortaya çıkan “dijital delil” tezgâhlarının benzerlerinin ve belki daha fazlasının yer aldığı Casusluk Davasının ayrıntıları kamuoyunda fazla bilinmiyor. Önce İstanbul’da, sonra bir varyantı İzmir’de sahneye konulan casusluk davalarında, benzer birçok davada olduğu gibi, her şey bir anda meçhul bir vatandaşın imzasız e-mail ihbarının emniyete ulaşmasıyla başladı.
Delillerin ele geçirilmesinde de yöntemler aynıydı. Ne tür yöntemlerden söz edildiğini daha iyi anlamak için küçük bir anekdot: Davanın sanıklarından Emrah Karaca hakkında Emniyet’e imzasız bir e-mail gelmesi üzerine adı geçen kişi hakkında savcılıktan arama kararı alınmış, ancak polis isim benzerliğinden dolayı yanlışlıkla Emrah Küçükakça isimli kişinin evini aramış. Evde kimsenin olmadığı bir sırada... Ama bu yanlışlık probleme yol açmamış. Çünkü Emrah Karaca hakkındaki suç delilleri adaşı Emrah Küçükakça’nın evinde de bulunmuş!
Bir başka dijital delilde ise deniz kuvvetlerinde aynı firkateynde görev yapan iki subayın birbirlerine yazdıkları notların yer alması ilginç. Dijital verilerin oluşturulma tarihlerinde denizde görev yaptıkları anlaşılan iki subayın üstelik aynı gemide bulunmalarına rağmen birbirleriyle içine notlarını yazdıkları CD’ler aracılığıyla görüşmeyi tercih ettiklerini düşünmek savcılara olduğu kadar hâkimlere ve bu mahkemenin kararını onayan Yargıtay üyelerine mantıksız görünmemiş olacak!
Diğer yandan, bu tür davlarda yargılanan subayların tamamının beraat edip tahliye olmaları durumunda bile atı alan Üsküdar’ı geçmiş olabiliyor. Zira bir subay sadece bir gün tutuklu kalsa bile, hakkında iddianame düzenlenerek yargılanmaya başlandığı takdirde sonunda beraat edecek bile olsa dava bitinceye kadar terfi edemiyor. Bu arada kritik kadrolara yapılması gereken tayinler yapılmış, amaca ulaşılmış oluyor. Yaşadığımız süreçte gerçekleşen hadise budur. Söz konusu davaların ortaya koyduğu sonuç budur.
Hiç değilse önümüzdeki 30 Ağustosta bu kurgunun bozulması yönünde etkili bir adım atılması gerekiyor.