“Gelirler, askerle kavga ederler, yargıyla kavga ederler, kurumlarla kavga ederler, gençlikle kavga ederler... Ve giderler!” demişti bir konuşmasında Deniz Baykal.
“Gelirler” dediği, Demokrat Parti-Ak Parti siyasi çizgisiydi. Yani devlete sahip olmayan, devleti, orduyu, yargıyı ve kurumları kendi zümrevi çıkarlarının bekçisi olarak kullanamayan “kenardaki” kesimlerin oy verdiği partiler.
Çocuğu üniversiteden mezun olduğunda yeri hariciyede hazır olmayanların, “sosyal tesislere” giremeyen sosyal sınıfların partileri. İtibarlı “kurumların” kapılarının kendilerine kapalı olduğunu bilenlerin iktidara taşıdığı siyasi gelenek.
Gerçekten de hep öyle oldu.
TÜSİAD’ı, aydını, sanatçısı ve “kurumlar”ıyla “Eski Sınıf” onları sevmedi, onlar iktidara geldiğinde devletin derinlerinde kazanlar kaynadı, hata yapmaları beklendi, yaptıklarında “gençlik” sokağa döküldü ve ordu “huzur ve güven ortamı geri gelsin” diye, -ama mutlaka “dış dünyayla uyum içinde”- iktidara el koydu. (Darbeden sonraki ilk açıklamaları “NATO’ya, CENTO’ya ve Spor Toto’ya bağlıyız” diye özetliyordu Aziz Nesin.)
**
“Gezi eylemleri” başladığında tencere-tava seslerinin ulaşmadığı yoksul semtlerin halkı ciddi anlamda korktu. Belki 1960’ı hatırlayan azdı, ama 71, 80 ve özellikle de 97’deki kötü günlerin hatırası bütün ürkütücülüğüyle hafızalarında canlandı.
Polisin hoyratça müdahalesine ve sürecin kötü yönetilmesine rağmen Ak Parti’nin oylarındaki anketlere yansıyan toparlanmanın ekonomi politiği buydu. İstanbul’da yaşadıkları halde aylar boyu denizi göremeyenler, Taksim’e ve Gezi Parkı’na gidemeyenler, yeniden alavere dalavere, çocuklarının geleceğinin çalınmak istendiğini düşündüler.
Bu kez tek eksik, durumdan vazife çıkaracak olanların ortada olmamasıydı. Cumhurbaşkanı Gül, bu süreci Türkiye’de demokrasi testinden geçmesi olarak adlandırırken belki bunu da kastediyordu.
Ama bu konuda kendimizi güvende hissetmemiz için hala çok erken olabilir.
Çünkü bugüne kadar darbe olmadıysa, bunda dış dinamiklerin elverişli olmamasının da payı vardı.
Ama son birkaç yılda Ak Parti Hükümetine ilişkin algı değişti ve Gezi ile de çok ciddi biçimde zedelendi.
**
Bugünkü genelkurmay başkanının anayasal sınırları içinde kalıyor olması, demokrasi adına kendimizi güvence içinde hissetmemiz için hiçbir biçimde yeterli değil. TSK İç Hizmet Kanununun 35. Maddesinin değişmesi de.
Çünkü darbeleri engellemenin yolu, onun bahanelerini değil yapılabilirliğini ortadan kaldırmaktır.
Kurt kuzuyu yiyebileceğini anlarsa bahane bulur. Önemli olan onun kuzuyu ne kadar isterse istesin yiyememesinin koşullarını oluşturmaktır.
**
Hükümet, ordunun demokratik sistemlerdekine uygun biçimde yeniden yapılandırılmasına ilişkin reformları hala yapmadı.
Sivil-asker ilişkilerini bir hukuk devletinde olması gerektiği biçimde düzenleyecek ve onun bir daha darbe yapamayacak biçimde yeniden organize edilmesini sağlayacak kurumsal reformları hala gerçekleştirmedi.
Oysa yapılması gereken tam da bu.
Ve bugün artık buna çok daha fazla ihtiyacımız var.