Saat 10.30 civarıydı sanırım. Oğlum koşarak yanıma geldi. “Anne köprüyü askerler kapatmış, haberlerde darbe diyorlar. Darbe ne demek?” diye sordu.
Ardından eşim seslendi, “Halime koş!”
Televizyondaki yayın darbe girişimini teyit ediyordu. Birkaç kanal gezdik, evet bu bir darbe kalkışmasıydı. Kimi arayayım diye düşünürken telefon çaldı. Komşumuz olan gazeteci bir arkadaşımızdı arayan. “Hemen gelin” dedi. “Ne yapacaksak birlikte yapalım” diye kararlaştırdık.
Ya çocuklar, onları ne yapacaktık? “Evde dursunlar” dedim. Çocuklar kabul etmedi.
Arkadaşlarımızın yanına vardığımızda Başbakan NTV’ye bağlanmıştı. Bunun FETÖ’cü cuntanın darbe girişimi olduğunu söylüyor ve halkı sokağa çağırıyordu. Hazırlandık ve yola çıktık. Dakikalar içinde sokaktaki kalabalık çığ gibi büyümüştü. İstikametimiz belliydi artık, Havalimanına gidecektik.
Bu arada Cumhurbaşkanı CNN’e bağlanmıştı. Seferberlik çağrısı yapıyordu adeta. Gün direnme günüydü. Başkomutan halkı sokağa çağırıyordu.
Ana arterlere yaklaştıkça arabayla ilerleyemez olduk. İnsanlar arabaları bırakmış ve yürümeye başlamıştı.
O sırada annem aradı Rize’den. “Kızım Allah’a emanet olun. Bütün köy Çayeli’ne indi. Biz de Kur’an okuyup dua ediyoruz” dedi. Minarelerden okunan sala halkı uyandırmış ve “milli mücadele” Türkiye’nin en ücra köylerinde dahi başlamıştı.
***
Basın Ekspres yolunda ilerlerken cübbeli amcalarla dövmeli gençleri yan yana Türk bayrağı sallarken görünce tamam dedim, bu bilek bükülmez.
Rahmetli Erol Olçak’ın sanki şehit olduğu o gece için hazırladığı filmdeki gibiydi yollar. Herkes memleketin büyük bir tehlike altında olduğunu fark etmiş, yere düşmek üzere olan bayrağını yeniden göndere çekmek için seferber olmuştu.
Star’ın binasına yaklaşmıştık. Ben gazeteye geçtim, onlar yola devam etti. Gazeteye geldiğimde olayın boyutları daha da belirginleşmişti. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin, Beştepe’nin, Telekom’un, TRT’nin işgal edildiği, buralarda çatışmalar yaşandığı ve ölenlerin olduğu haberleri geliyordu.
Erol Olçak ve oğlu Abdullah’ın köprüde öldürüldüğü haberini aldık. Vaziyet hiç de iç açıcı değildi fakat biiznillah millet FETÖ darbesine pabuç bırakmayacaktı.
Kurşun yarasının sıcaklığına sığınıp acıyı duymadan direnmeye devam etmek gerekiyordu.
Gece sabaha erişene kadar bu darbe girişimi püskürtülmeli ve elinde bayrakla yere düşenlerin intikamı alınmalıydı.
“15 Temmuz, darbe değil demokrasi devrimi” olarak tarihe yazılmalıydı. Bu duyguyla yazdım o gece yazımı ve gazetenin üstünden uçan F16’ların binayı sallayan gürültüsüyle indim yayına.
Ardan Zentürk ve Fadime Özkan darbe girişimin ilk anından itibaren canlı yayın nöbeti tutuyorlardı. Yayın masasında an be an gelişmeleri takip ediyorduk. O gece yayın yapan her meslektaşımız, ülkemizin bağımsızlığını, demokrasimizi ve mesleğimizin namusunu korumak adına çok önemli bir görev yerine getirdi.
Yayın sırasında meslektaşımız Mustafa Cambaz’ın ölüm haberini aldık. Haberci arkadaşlarımız vardı FETÖ’cü alçakların vur emri verdikleri yerlerde yayın yapmaya çalışan.
Eşlerimiz, çocuklarımız, anne babalarımız, arkadaşlarımız vardı o gece ölümü göze alarak tanklara karşı koyan.
Bir ara Fadime Özkan telefonundan bir görüntü açtı. “Ne yaptınız siz, ne yaptınız” çığlıkları atan dehşet içindeki insanlar ve tankların ezerek parçaladığı bedenler vardı. Yayına devam etmek giderek zorlaşıyordu.
Eşim ve çocuklarımın sesini duymak istedim. Telefonu açamayacakları ihtimalini aklımdan uzaklaştırarak aradım.
Kızım “Anne yerlerden kurşun topluyoruz. Eve gelince gösteririm sana” dedi.
Çocukları eve götürmesini söyledim eşime. Sadece “Hakkını helal et dedi” ve kapattı telefonu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Atatürk Havalimanı’na inene ve halka seslenene kadar bir daha aramaya cesaret edemedim onları.
Bu da benim şahitliğim...
***
O meşum geceyi sabaha kavuşturan Allah’a hamdolsun.
O meşum gecenin sabaha kavuşmasına vesile olan şehitlerimizden Allah razı olsun.
O meşum gecenin sabaha kavuşmasına vesile olan Cumhurbaşkanımızdan Allah razı olsun.