Önce şunu netleştirelim. AB büyükelçisine kontrol için gönderilen metin, 28 Şubat'ta açıklanan "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemin Esasları"dır.
Niye gönderildiğini anlayabilmek için biraz geriden başlamamız gerekir.
Avrupalılar, bizim; padişah sultasından kurtularak, demokrasiyle yönetilmemizi o kadar çok istiyorlardı ki(!), bunun için üç padişah harcamışlardı!
Midhat Paşa öncülüğündeki demokratlar(!), meşrutiyeti kabul etmeyen Abdülaziz Han'ı bileklerini kestirerek devredışı bırakmışlardı! Yerine getirdikleri V. Murad'ı da, gönülsüz davrandığı için tahtını bile ısıtamadan devirmiş ve "meşrutiyet" sözü aldıkları II. Abdülhamid Han'ı getirmişlerdi.
Abdülhamid Han da sözünü tutmuş, Kanun-i Esasî'nin hazırlanmasından sonra 23 Aralık 1876'da meşrutiyeti ilan etmişti.
Yani Türk milleti "parlamenter sistem"e kavuşmuştu!
Gelin görün ki 18 Mart 1877'de açılan Meclis yani parlamento, azınlıkların muhtariyet mücadele merkezi gibi çalışıyordu. Millet adına aldıkları tek karar, padişahın ısrarla direnmesine rağmen Rusya ile savaşa girmek olmuştu.
Bir süre sonra Ruslar İstanbul'a kadar gelmişti. Neyse ki yine padişah devreye girmişti de Sultanahmet'teki "parlamento"yu işgal etmelerini önlemişti.
Yalnız ne hikmetse, meşrutiyetçilerin ülkeyi zorla soktuğu bu savaşta, biz savaşmıştık ama son kazanan İngilizler olmuştu!
Neyse ki Abdülhamid Han, "savaş kararı" dışında hiçbir icraatı olmayan bu "parlamento"yu 13 Mart 1878'de süresiz kapatarak, Osmanlı'yı imha bombasının saatini durdurmuştu! Haçlı Avrupa'nın, Abdülhamid Han'a çullanmasının sebebi de buydu. Çok kullanışlı bir aleti ellerinden almıştı.
Ne yazık ki Abdülhamid Han, "Haçlı-İttihatçı ittifakı"nın yoğun mücadelesi neticesinde 24 Temmuz 1908'de "meşrutiyet"i ikinci defa ilan etmek zorunda kalmıştı. Üstelik bu sefer neyi getirdiğini de çok iyi biliyordu.
Nitekim, kendi "Kraliyet"ini hâlâ koruyan İngiltere, hiçbir icra gücü kalmayan devlet temsilcisinden bile rahatsız olmuş ve Osmanlı'ya demokrasi getiren padişahı, bu parlamentonun 27 Nisan 1909'daki kararıyla tahttan indirtmişlerdi. (İçten Dıştan Entrikalar, s. 255-355)
PARLAMENTER SİSTEM OSMANLI'YI BİTİRDİ
"Batı patentli parlamento"nun bu darbesiyle Osmanlı Devleti fiilen bitmişti...
1920'de isim değiştirerek Ankara'ya taşınan "Batı tipi parlamenter sistem" de maalesef "nalıncı keseri" gibi yine sadece Batı için çalışmaya devam etmişti! CHP diktatörlüğünde, tek partiden oluşan bir parlamento ve milletle ilgisi olmayan parlamenterler, millet adına(!) milletin değerlerini imha eden "Batıcı" kararlar almıştı.
Bu "parlamento", tek parti tahakkümünden kurtulsa da Batı tahakkümünden asla kurtulamamış, her dönemde "sahibinin" hizmetinde olmuştu. Cumhurbaşkanını parlamentonun seçtiği 2007'de 550 üyeden 365'ine sahip olan AK Parti'nin, kendi adayını seçememesi nasıl izah edilebilir?
Bu sistemin en masum(!) hıyaneti, koalisyonlardır ve bu tür "sekerât" dönemlerinin kime hizmet ettiği ortadadır.
Bu yüzden merhum Özal gibi yerli ve millî yöneticiler bu sistemden hep şikâyet etmiş, güçlü yönetim sisteminin hasretini çekmişlerdir.
Uzatmaya gerek yok. Parlamenter sistem, özünde demokratik bir yönetim sistemi olabilir. Ancak, bize verdikleri "sürüm" bize değil, hep "üretici"ye çalışmıştır.
"Güçlendirilmiş" ibaresi bir "aldatmaca" olup, "daha güçlü vesayet" demektir. Bu sistem ile millî ve güçlü bir yönetim asla mümkün değildir. Emperyalist şeytanların kol gezdiği bu coğrafyada, güçlü bir iradeyle yönetilmeyen ülkelerin sömürülmesi ise kaçınılmazdır.
16 Mart 2017'de halkın tercih ettiği Cumhurbaşkanlığı Sistemi, doğrudan millet iradesine dayanan güçlü bir yönetim biçimidir. Bu sistem Erdoğan'a değil, Türk milletine hizmet etmektedir.
NEDEN "GÜÇLENDİRME" İHTİYACI DUYDULAR?
125 yıllık parlamenter sistemin falsolarını çok iyi bildikleri için "güçlendirilmiş" makyajı kullanmak zorunda kalanların, daha beş yılını doldurmamış bir sistemi, eksiklerinden dolayı(!) değiştirmek istemesi ne kadar gerçekçidir? Oysa "millete daha iyi hizmet" iddiasında olan muhalefetin, bize hiç yâr olmayan "Haçlı sistemi"ni geri getirmeye çalışmak yerine, tarih boyunca Türkleri daima şahlandıran bu "güçlü yönetim sistemi"nin eksiklerini gidermek için çaba sarf etmeleri gerekmez mi?
Kaldı ki, bütün karalama kampanyalarına rağmen bu sistem, "stajyer" döneminde bile çok çarpıcı sonuçlar doğurmuştur. Adeta dünyanın çalkalandığı son yıllarda Türkiye, o hantal ve "açık büfe" türü vesayetçi sistem ile yönetilseydi halimiz ne olurdu acaba?
Bugün bütün Batı'yı kapımıza dizen itibarımız bile bu yönetim sisteminin eseridir. Doğu Akdeniz'de bize karşı kurulan Haçlı-Siyonist kumpası parlamenter sistemle bertaraf edebilir miydik?
Terörle mücadelede alınan sonuç, yine güçlü iradeyle atılan savunma sanayii adımlarının yanı sıra, istihbarat birimleri ve TSK arasında sağlanan ahengin neticesidir. MİT'in bir tarafa, Jandarma ve Emniyet İstihbaratın diğer tarafa çektiği, Emniyet ile TSK'nın terörle değil birbiriyle mücadele ettiği o sistem olsaydı terörle mücadelede bu sonuç alınabilir miydi?
Görülüyor ki, muhalefet blokunun bu Haçlı vesayet sistemini; "güçlendirerek" geri getirmek için seferber olması, millet yararına bir adım değil, Batılı müttefiklerinin vazgeçilmez şartıdır.
Bu durumda "bizim taşeronlar"ın, yapacakları "fason üretim" hakkında, "patent sahibi"ne danışmasından daha doğal ne olabilir!..