Avrupa Noel rehâvetinden yılbaşı telâşesine yumuşak geçiş yaparken dünyâ târihi tabii oturup beklemiyor. Hele bizim buralarda yok Noeldi yok yılbaşıydı kimsenin pek iplediği de yok. Kaldı ki be-tahsis Türkiye’yi ele alırsak 78 milyon nüfus içinde sayıları İstanbul’da iki üç bine, Güneydoğu bölgelerinde ise taş çatlasa birkaç onbine düşmüş bulunan Hıristiyanların ne yapıp ne etdikleri de pek kimseyi ilgilendirmiyor. Ben şahsen bundan müteessîrim. Hıristiyanlık gibi evrensel bir dînin, doğduğu topraklarda kökü kazanırsa bundan belki kendini Müslüman sanan, ama gerçek İslâmiyet ile alâkası bulunmadığı bu tavırlarından belli olan kimseler sevinç duyabilir. Öte yandan İslâmiyetin bir nefret inancı olmadığı iddiası da güme gider. Ayrıca Anadolu’nun fevkalâde hoş bir kültürel rengiydi Îsevîlik... Neyse...
Bu vesîleyle Noel Yortusu’nun, Jülyen ve Gregoryen Takvimlere göre hesablanınca bir haftalık bir fark gösterdiğini de hatırlatayım ki bâzı Müslümanlar “Yâhu, Noel daha geçen hafta kutlanmışdı. Gazeteler yazdı. Şimdi bir hafta sonra bir daha Noel ne oluyor?” diye tahayyüre düşmesinler.
Mâlûm, görevimiz halkı aydınlatmak...
Yılbaşı derseniz o da bizde aman aman köklü bir gelenek değil.
İlginç olan bizim, sonradan görmenin tipik görgüsüzlüğüyle Noel ve yılbaşını ayırd etmekden âciz bir cehâletle ikisini birbirine karıştırmamız.
Bunun en belirgin göstergesi ise büyük şehirlerdeki birtakım züppelerin yılbaşı için Noel çamı alıp salonlarına koymaları; oysa o çam, adı üstünde, “Noel” çamıdır!
Noel ise Hazret-i Îsâ’nın doğduğu gün kabûl edilen târih.
Bu vesîleyle bir yanlışımı da düzelteyim:
Bir önceki yazımda Noel’in en büyük yortu olduğunu söylemişdim. Değil,. En büyüğü, çarmıha gerilip üç gün sonra gökyüzündeki “Babası”nın yanına çekildiği Paskalya. Noel ikincisi, Pentakosta üçüncüsü...
Ama yemekde karnıyarığın yanına viski ısmarlayan “elit” tabakamız yılbaşı ile Noeli karıştırsa ne yazar karıştırmasa ne yazar, efe’m?
Victor Hugo der ki “Eğer bir çocuğu görgülü yetiştirmek istiyorsanız işe büyükannesinden başlayınız!”
Yâni asgarî üç nesil!
Lâkin hayat elbet yalnızca karnıyarığın yanına ne ısmarlanacağı “sorunsalı”ndan ibâret değil. Meseleyi biraz garnitürleyerek farz-ı muhâl IŞİD’in yanına en iyi ne gider, ırzına geçilmiş genç kadınlar mı yoksa karnı deşilmiş dedeler ve nineler mi; yâhut PKK faaliyetleri sırasında beş yaşındaki kız çocuklarının mı yoksa oğlan çocuklarının cesedleri mi daha dekoratif durur gibi başka “stil” problemlerini de ele alabiliriz.
Kısacası konu sıkıntısından şikâyet etmek biraz yersiz.
Büyük başın derdi büyük olurmuş, benim problemimse yılbaşı gecesi acabâ burjuva havalı dar papyon mu bağlasam yoksa artistik tarzda kalın fiyongalısını mı tercîh etsem?
Kaç gecedir uyku tutmuyor...
Ancak bunlar izâfî şeyler.
Asıl mesele şu:
Bu yılbaşı kutlaması filan frenk îcâdı bid’atlerdendir; bize yaramaz, hattâ bizi bozar. Onun için lüzumsuzdur, zâten şu gâvurlara benzeyeceğiz diye aslımıza yabancılaşdık, mânen ve maddeten eciş-bücüş yaratıklar olduk. Hepsini sittiredip eski güzel geleneklerimize dönelim!
Hayhay, Efendim... Aye aye, Sir!
Dönelim dönmesine de eski geleneklerimiz neydi, ben artık pek hatırlamıyorum.
Velhâsıl iki arada bir derede türünden bir durum.
Kaldı ki frenk îcâdı olması bir gerekçe ise o vakit aynı mantıkla öbür frenk kökenli yüzlerce nesneyi de silip atmamız gerekmez mi?
Telefonu, televizyonu, düdüklü tencereyi, Mîlâdî Takvimi, motorlu araçları...
Bana kalırsa bu gibi meseleleri fazla büyütmemek gerekir.
Bırakalım isteyen kutlasın istemeyense kutlamasın!
Üzülenleri tesellî etmek içinse gelin sizlere, Meram Bağları’nda inzivâya çekilerek üç hafta gece gündüz çalışmak sûretiyle husûle getirdiğim son aşk şiirimi okuyayım:
Ey benim nazlı Yârim,
Ördekli kazlı Yârim,
Besmeleden bî-haber,
Namaz niyazlı Yârim.
Gördünüz mü? Gayret edince oluyormuş demek...