Tarihçi değiliz... “Soykırım”dan “kıyım”a geçiş yapan; işine geldiğinde ilk tanımlamayı, işine geldiğinde ikinci tanımlamayı kullanan; duruma göre her ikisinin de ekmeğini yiyen “Helsinki sever” ukalalardan da değiliz.
Kitap yazıp, “Bu işte benim dedemin parmağı yok. 1915 bu yüzden soykırımdır” demeye getiren arsızlardan hiç değiliz.
Sade insanlarız. Kendi çapında okur-yazarlarız.
Bu satırların yazarı da elbette tarihçi değildir.
Evet, amatör düzeyde “tarih”le ilgilenmiştir. Yakın tarihimizi konu alan birkaç kitaba imza atmış, bir televizyon kanalında tarih programına moderatörlük yapmıştır ama hiçbir zaman “Bu böyle anlaşılmalıdır” diye kestirip atmamıştır.
İsterseniz, önce, orta uzunlukta bir alıntı sunalım.
Cengiz Algan’ın kaleminden...
Serbestiyet yazarı Algan şöyle diyor: “1909’dan itibaren devlet idaresini zorla ele geçiren İttihatçılık Osmanlı’yı, Almanya’nın yanında 1. Dünya Savaşı’na sürükledi. Abdülhamit’i devirirken işbirliği yaptıkları Taşnak ve Hınçak örgütleriyle ittifakları bozulunca, bunların bazı eylemlerini tüm Ermenilere mal ederek 27 Mayıs 1915’te Ermenileri felakete sürükleyen Tehcir Kanunu’nu çıkardı. (İttihatçılar) daha kanun çıkmadan (24 Nisan’da) ülkenin her yerinde yaşayan Ermenileri, malına mülküne de el koyarak sürgüne yollamaya başlamışlardı.”
Burada bir ara verip düzeltme yapmamız gerekiyor: “Daha kanun çıkmadan” ifadesinden sonra sıralananlar doğru değil. “Ülkenin her yerinde” ifadesi de doğru değil... Daha kanun çıkmadan yaşanan hırçınlıklar (el koyma, müsadere girişimleri, vs.) mevzi hırçınlıklardı. Bir “program”ın sonucu ya da ürünü değildi. Üstelik, ülkenin genelini kapsamıyordu. Kaldı ki, “tehcir” bile, “bütün Ermenileri” kapsamıyordu. Bazıları bu “karar”ın dışında tutulmuştu; sayıca az olan Katolikler ve Protestanlar sürgüne ya da tehcire dahil edilmemişti...
Devam ediyor Algan: “Der Zor çöllerine yollanan Ermenilerin on binlercesi, hapishaneler boşaltılarak oluşturulan Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlı çeteler aracılığıyla ve bizzat telgraf başında Talat Paşa’nın verdiği emirlerle öldürüldü. Sürgün koşulları öyle ağırdı ki on binlerce kadın, çocuk, yaşlı Ermeni de yollarda açlıktan ve hastalıklardan kırıldı. Der Zor’a ulaşabilenler orada bir kez daha katliama uğradılar. Bütün bunlar olurken ordunun başında İttihatçıların müttefik seçtiği Almanya’nın bir generali bulunuyordu. Savaş bitip Osmanlı yenilince İttihatçı şefler yine bir Alman torpidosuyla ülkeyi bırakıp kaçtılar. Talat da daha sonra Berlin’de suikasta uğradı.”
Bir kez daha araya girmem gerekiyor:
Sürgün koşulları, evet, ağırdı. Sürgün kafilesi çok yerde saldırıya uğradı, binlerce insan öldürüldü. “Çıkış” sırasında da tatsızlıklar yaşandı. Hemen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’le sembolleşen olayları hatırlayalım. Kemal Bey’i konuşuyoruz ama Boğazlıyan Müftüsü’nü hiç konuşmuyoruz. Hep canilerden söz ediyoruz ama Ermeni komşularını koruyan (onları himaye eden, saklayan) Müslüman ailelerden hiç söz etmiyoruz.
Devam ediyor Algan: “Sonraki yıllarda aynı zihniyet, şapka takılmıyor diye Rize’yi bombaladı. Başını açmadığı için kadınları astı. Müslümanların tekkelerini, zaviyelerini kapattı, Hıristiyanlara 80 sene kilise açma hakkı tanımadı. (...) Her başı sıkıştığında askeri darbeler yaptı, Menderes’leri ve ‘bir sağdan, bir soldan’ gençleri idam etti. 1934’te Trakya’da Yahudi pogromlarını, 1942’de Varlık Vergisi’ni uyguladı. İmam Hatipleri kapattı, başörtülüleri devlet kapısından içeri sokmadı. (....) Liste böyle uzar gider.”
Uzar gider, evet.
Bu yazıyı, rezervlerimle birlikte, Cengiz Algan’a katıldığımı anlatmak için yazdım. Bir diğer ifadeyle, yazımı Cengiz’e yazdırmış oldum.
Peki, ben “soykırım” mı, “kıyım” mı tartışmasında nerede duruyorum?
İkincisi bana daha doğru geliyor.
Soykırım, ağır ve haksız bir töhmet çünkü... “Soykırım” suçu işlemeniz için binlerce, onbinlerce kişiyi öldürmeniz gerekmiyor. Problem sadece “aidiyet” ve “din”se, 1 kişiyi öldürmek bile yetiyor o suçun soykırım sayılmasına. Bazı Ermeniler, “tehcir”den muaf tutulmuşlardı. En azından teknik olarak uymuyor “soykırım”a...
Soykırım arayan Nobel adayları, “Batı dünyası”na baksın.