Türkiye, “sağ” ve “sol” kavramlarının siyasi anlamlarını epeyce yitirdiği bir dönem geçirdi. Çünkü, son on yılın en büyük siyasi kutuplaşması, “ülke demokrasiyle mi yönetilsin, askeri-yargısal vesayetle mi” sorusu üzerineydi. Demokrasiyi seçenlerin kimisi “sağcı” kimisi de “solcu” olduğu için, “demokratlar ittifakı” diye bir şey ortaya çıktı. Öteki tarafta da eskiden asla bir araya gelmeyecek isimler sağlı-sollu hizalandı.
Ancak bu durum, “demokrasi olsun mu, olmasın mı” gibi, anormal bir sorunun siyaseti belirlemesinden kaynaklanıyordu. Demokrasi oturup da Türkiye normalleştiğinde, “demokrasi içi farklılıklar”ın yeniden ortaya çıkması kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oluyor.
Bu farklılaşmanın en çok “liberaller” ve “muhafazakarlar” arasında olduğu söyleniyor ki, kuşkusuz öyle bir trend var. Ancak ben, geleneksel “sağ” ve “sol” farkının da aslında hala anlam ifade ettiği kanısındayım ki, bir “sağcı” olarak buna bir açıklık getirmeye çalışayım.
Çalışayım, çünkü Türkiye’de kendini o kadar iyi satmış bir sol söylem var ki, sanırsınız ki erdemli ve vicdanlı olmak için solcu olmak şart.
‘Daha iyi bir dünya’
Söz konusu söylemin bir örneğini, Oya Baydar’ın şu satırlarında görebilirsiniz:
“Sol... bu dünyanın değişmesi
gereği ve başka bir dünyanın mümkün olabileceği umududur. İnsanın doğayla ve kendisiyle barışık olarak her türlü baskıdan ve sömürüden kurtulmuş, özgür yaşayacağı eşitlikçi, adil, barışçı bir dünya özlemidir.”
Şimdi, gelin sesli düşünelim...
Kim istemez “baskıdan ve sömürüden kurtulmuş, özgür eşitlikçi, adil, barışçı bir dünya”yı?
Bayağı feci bir adam olmak lazım bu ulvi hedeflere karşı çıkmak için, değil mi?..
Ancak, burada kritik bir ayrıntı vardır:
Sol sadece “daha iyi bir dünya” özlemekle kalmaz.
Bunu nasıl kurulacağını BİLDİĞİNİ de iddia eder....
Çünkü büyük düşünür Karl Marx oturup dirsek çürütmüş, düşünüp-taşınmış, sonunda hem “tarihin kanunları”nı hem de bunların istikametini keşfetmiştir. Sola düşen, bu “bilimsel” harita üzerinden eyleme geçmek, dünyayı anlamakla kalmayıp değiştirmek, hatta zorla “devrim” yapıp yeryüzü cenneti kurmaktır.
Akıl ve tecrübe
Sol, bu devrimciliğiyle, hepimizi “aydınlık yarınlara” taşımak isteyen Kemalizm’e benzer. (“Aydınlık yarınlara” niye karşı çıkarsınız ki? Gerici veya vatan haini misiniz? Ulu Önder ve takipçileri, bu “aydınlık yarınlar”ın nerede olduğunu BİLDİĞİNE göre de, mesele kapanmıştır.)
Tevekkeli değil, hem sol hem de Kemalizm, “rasyonalist” Fransız Aydınlanması’nın ürünüdür. Her ikisi de “kurucu akla” inanır; yani kendini çok akıllı sayan siyasi kadroların, insanlığın kadim geleneklerini yok edip toplumları baştan kurmasını ister.
Bu “kurucu akıl” tutkusu nedeniyle solcular “teori”ye çok önem verirler. Kurdukları her siyasi-ekonomik sistem çökse bile, “olsun, teorimiz çok sağlam” diye avunur, iman tazeler ve bir sonraki deneme için kolları sıvarlar.
“Sağ” ise, işte tüm bu rasyonalist devrimciliğe karşı temkinliliğin ve “had bilme”nin adresidir. Sağ, “kurucu aklı” reddeder ve insan aklının ancak “tecrübe” ile ilerlemesi gerektiğine inanır. (Yani “rasyonalist” değil, “ampirisist”tir.) İnsanlığın binlerce yıldır tecrübe ederek taşıdığı gelenekleri, aileyi, cemaatleri muhafaza eder. Ve rasyonalist dayatmalara karşı özgürlüğü korur.
Sağ da “daha iyi bir dünya” ister kuşkusuz. Ama yöntemi dünyayı “baştan yaratmak” değil “tamir etmek”tir. “Proleterya devrimi” aramak yerine aç yatan komşusuyla yemeğini paylaşır. Sadaka verip aşevi kurar, hayır kurumu açar.
Kısacası her iki taraf da kendince erdemlidir. Benim solda eksik bulduğum erdem ise, “haddini bilmek”tir.