Nurettin Cerrahi Tekke'sinden çıkıp da, Fatih Camii'ndeki elvedasına, omuzlar üstünde, bir denizde nazlı nazlı salınır edasıyla giden bu güzel de kim imiş? Kim imiş bu hazret, insanın kalbinde derhal haşyet uyandıran adeta cennetten düşmüş gibi bir yeşil, bir vuslat gemisi gibi süzülürken o ihtişamlı sandukası, bu geçerken yeri göğü selama durduran da kim imiş? Elele tutuşarak gözyaşı içinde yanıp tutuşan sevdalılarının selavatlarıyla, ilahileriyle, dualarıyla, tekbirleriyla, huu... huu...larıyla bir güz günü, gönlümüzü ıssız, üşümüş, yoksul, kimsesiz bırakıveren bu soylu yolcu da kim imiş?
Nurettin Cerrahi Dergahı'nın postnişini, Fatih Karagümrük'teki Türk Tasavvuf Musıkisi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı'nın Başkanı, Ömer Tuğrul İnançer hocamız, alem-i cemale göç eyledi. Tarikat cevherindeki namıyla; Ömer Tuğrul Muradi el-Cerrahi el-Halveti Efendi, Hakkın rahmetine kavuştu... Biz onu sevenlerinin diliyle 'Tuğrul Baba' ismiyle bilirdik. Rahmet Ayşe Şasa Ablamız, kendisinden böyle bahsettiği için, onun aşkla bağlı kalbinin bizim kalbimizdeki nakşı da hep böyle kalmış: 'Baba'...
Nedir bu milletin babasızlıktan çektiği... Her evlat babasının sırrıdır der arifler, bizdeyse evlatlarla babaların arasında perdeler, bulutlar, uzaklıklar, mesafeler, kopuşlar, hatta reddi miraslar... Modernizm adına bu milleti babasına düşman eyleyenler... Babasının musıkisine, babasının şiirine, ezanına, mescidine, sofrasına, kılığına, kıyafetine, bayramına, yasına uzak eyleyenler... Nedir bu milletin yaşadığı babasızlık? Belki de işte tüm bu hüzünlerin, kopuklukların, kimsesizliklerin, ruh üşümelerinin arasından, sırtımıza uzattığı o merhamet hırkası, kulağımıza fısıldadığı huu.. sedası yüzünden, 'Tuğrul Baba'ydı o...
Ömrünü sisler ardında yitikleşmiş medeni hüviyetimizi, ruhumuzu, dimağımızı, gönlümüzü, fikrimizi yeniden bulup, hatta ihya edip, topluma o medeniyetin inşa edeceği şahsiyeti kazandırmak idealine adamış bir mefkure insanıydı... Hukukçuydu, yazardı, edip idi, hatip idi... Hepsini bir şelale gibi örten vasfı ise; tasavvuf ve irfan yolunun rehberi, irşad edeni oluşuydu... Kendi ifadesiyle; irşad etmek, muhatabına rüşd kazandıran bir işti, fırında bir ekmeğin pişmesi için gereken kıvam gibi bir şeydi bu, insanları reşit eyleyen, sorumluluk sahibi eyleyen bir işti rüşd sahibi olmak. Mürşid'di...
Kültürel anlamda geçmişiyle olan hayati bağları kesilmiş, medeni kimliği- şahsiyeti un ufak edilmiş, dinine, töresine yabancılaştırılmış, sanatına, zevk dünyasına, usule, terbiyeye, lisana, edebe, adaba, hasılı kelam medeni tasavvuruna uzak düşmüş, ağyarda kalmış, dışarıda, ıssız ve yoksun bırakılmış bir milleti, yeniden evine çağıran büyük bir kültür davasıydı Tuğrul Baba'nın omuzladığı...
Yeryüzündeydi, bugünkü gündeydi, şimdinin meseleleriyle ilgiliydi konuştukları... Fanusta, sırça sarayda değil, yaşamın kalbinin attığı yerdeydi konuşmaları ve duruşu... Gönüllerin mimarıydı...
Cerrahi Tekkelerinin izini takip etmenin neşesiyle yazarım ki; hem Makedonya'daki hem New York'taki dergahlarda zikrin ve adabın ritimlerini hep içimize çekmiştik. Tosun Baba'nın, Yurdaer Baba'nın sohbet, dua ve niyazları kalbimizi Fatih'teki Cerrahi Asitane'sine bağlıyordu hep... Lakin, bu işler nasip işidir, murad etmekle bir yere kadar... Bize de uzaktan sevmek düşmüştü o zamanlar... Uzaktan sevmek mahçubiyettendir. Tuğrul Baba'ya hürmet edip, sessizce, kimseye yük olmadan, en arkada, gizlice, muhabbet besleyen muhibban arasında olmaksa büyük şeref.
Vefatından sonra yayımlanan fotoğrafları arasında beni ziyadesiyle etkileyen bir gülü koklarken çekilmiş fotoğrafı, öyle sarsıcıydı ki... Aklıma Merhum Hezarfen Necmeddin Okyay Efendi'nin elinde gül tutan o meşhur fotoğrafı geldi... Aşıklara has o iç çekiş...
Hangi bağın bahçenin gülleriydiniz ki siz, dedi gönlüm sonra... Ne buldunuz, ne gördünüz, neyi işitip, neyi koklayıp içinize çektiniz, kiminle konuştunuz o gülleri koklarken, sırrınızı niçin o güllere fısıldadınız... Hz. Resulullah'ın (sav) timsali olan o gülün yapraklarında hangi vuslatın haberlerini aldınız...