Karar gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren’in yazısının girişi şöyle: “İktidara yakın gazete manşet üstünden veriyor...”
Neyi verdiği önemli değil.
İktidara yakın gazetelerden biri, bir haber veriyor... Taşgetiren de, bu haberden yola çıkarak bir yazı yazıyor.
Konumuz, bu yazı değil.
Konumuz, naif, derviş ve “halden anlayan” görüntü veren Taşgetiren’in “yaftalama” cüreti.
Taşgetiren de, yakın zamana kadar, dışarıdan, “iktidara yakın gazete” diye yaftalanan bir gazetede yazıyordu ve eminim ki bu türden isimlendirmelerden ve tanımlamalardan rahatsızdı. En azından rahatsız olması beklenirdi.
Ne bileyim, verdiği naif, derviş ve halden anlayan görüntüye bakarak, “Bu gazetenin bir adı yok mu?” demesi ümit edilirdi.
Gazete ve mecra değiştirdi, artık bu tür hassasiyetlere özen göstermiyor.
İktidara yakın gazeteymiş...
Kendisi nereye yakın? Ya da hangi siyasal düşüncenin yazarı?
Ne yani, ondan aldığımız cüretle, biz de, “Davutoğlu’na yakın gazetenin yazarı Ahmet Taşgetiren” mi demeliyiz?
Bunu dersek hoşuna gider mi?
Bunu dersek, ne kadar hakkaniyetli bir tavır takınmış oluruz?
Başlıktaki ifadeyle ilgili de birkaç söz sarf etmeliyim.
Kendisiyle (iktidara yakın bir gazetenin yazarıyken), bir polemiğe tutuşmuştuk.
Meraklısı, arama motorlarından birine isimlerimizi yazarak, polemiğin konusuna ve karşılıklı sarf edilen sözlere ulaşabilir.
Kendi adıma, yazarken, dikkatli olmaya ve ölçüyü kaçırmamaya, en azından muhatabımı incitmemeye özen gösterdim. Sonuçta naif, derviş meşrep ve “her an kırılabilir/kırılmaya mütemayil” bir kişiyle tartışıyordum, neme lazım...
Ben ne kadar kırıcı olmamaya özen gösterdiysem, bizim derviş, terbiyesizlik çıtasını o ölçüde yükseltti. Ve tabii “kibir...” Tevazuun arkasına gizlediği ölçüsüz kibriyle, öyle ayıp, öyle densiz, öyle terbiyesizce yakıştırmalarda bulundu ki... Bugün yazıma başlık olarak seçtiğim ifade yanında “iltifat” gibi kalır.
Bitirmeden önce, hakkındaki bir “ithamımı” hatırlatmak istiyorum:
Ola ki, “nereye yakın” olduğu konusunda karine teşkil eder.
Saygı çerçevesinde yürüttüğüm (yürüttüğümü zannettiğim) tartışmayı, “Hazmet... Hazmedemiyorsan gargara yap...” türünden laflarla “seviyesiz sokak dalaşına” çeviren Taşgetiren, geçenlerde Karamollaoğlu’nun kanalına çıkmış, 28 Şubat sürecinde bile kendisini bu kadar “kısıtlanmış” hissetmediğini söylemişti. Ayrıca, 28 Şubat sürecinde yazdığı gazetelerde bugün “yazamadığını” eklemişti.
Kim Taşgetiren’e kendisini kısıtlanmış hissettiriyor bilmiyorum ama 28 Şubat sürecinde yer bulabildiği gazetelerde (hatta bir zamanlar başyazarlığını yaptığı gazetede) bugün yazamamasının sorumlusu yine kendisidir.
Mesela, o sıralarda başyazarlığını yaptığı gazetenin (Yeni Şafak’ın) patronları Adil Serdar Saçan adlı polis şefi marifetiyle işkenceye yatırılmıştı ama bizim “derviş”, işin ucu Ali Müfit Gürtuna’yla Mahmut Kuş’a dokunacak diye (dokunacak korkusuyla) tek satır yazamamıştı.
Bilakis yazanlara, yani “işkence” hadisesinin “dolaylı” sorumluları olan Ali Müfit Gürtuna ve Mahmut Kuş’un ideolojik aidiyetini kurcalayanlara (yani Ali Bayramoğlu ve Ahmet Kekeç’e) şarlamıştı.
Çünkü kendisi de o aidiyettendi ve meselelere “grup asabiyeti” çerçevesinde bakıyordu.
Hâlâ öyle bakıyor ve (mesela) Fetullah Gülen’in hukuk düzenini “hukukun üstünlüğü” diye yutturan eski Hürriyet yazarına toz kondurmuyor.