Bugün 70’li yaşlarında olan Dersim’in kayıp kızlarıyla konuşan Gündoğan çifti: Katliamdan kurtulan sağlıklı ve güzel kız çocukları Türkleştirme ve Sünnileştirme politikası gereği talimatla subaylara dağıtıldı.
1937 ve 1938’de Dersim’e yapılan askeri harekâtın niteliği, nedenleri ve sonuçları üzerine Türkiye, çok gecikmiş bir tartışmayı ürkek de olsa daha yeni yeni yapıyor. Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak Başbakan Erdoğan’ın geçen sene dilediği özrün gerisinde de kuşkusuz, devletin açtığı derin bir yaraya merhem olma niyeti var. Ama öte yanda da kaybedilen binlerce insan, parçalanan aileler, köklerinden, toprağından koparılan, öksüz yetim kalan çocuklar, çalınan çarpıtılan hayatlar… velhasıl çok acı var.
O acının insanın içine işleyen katmanlarını, katliamın boyutlarını öğrenmemizi sağlayan ise önce İki Tutam Saç adında bir belgesel, sonra “Dersim’in Kayıp Kızları / Tertele Çenequ” adında bir kitap olarak önümüze gelen sözlü tarih çalışması. Çalışmayı yapan ise Tuncelili Nezahat Gündoğan ve Kazım Gündoğan. Tek tek tanıklara ulaşıp onları konuşmaya ikna eden, anlatılanları çapraz bilgilerle pekiştiren Gündoğan çifti, kapsamlı bir hafıza oluşturmanın yanı sıra resmi tarihin Dersim anlatısını da gerçek kişilerin ah çekişleriyle tuzla buz ediyor.
Dersim’in Kayıp Kızları adlı sözlü tarih çalışmanız katliamın niteliğini ve boyutlarını ortaya çıkarması bakımından gerçekten önemli. Dersimli misiniz, ailelerinizde var mıydı köklerinden koparılan insanlar?
Kazım Gündoğan: İkimiz de Tunceliliyiz. Ben Ovacıklıyım, ailemde hem çok sayıda katliamda öldürülen var, hem de ailesinden kopartılan kızlar. Böyle olduğunu da baştan bilmiyorduk, bu çalışma esnasında öğrendik halalarımızın, akrabaların, komşu çocuklarının kayıp olduğunu, meğer 10’a yakın kayıp varmış.
Aile çocuğunun nereye götürüldüğünü bilemeyebilir ama kayıp olduğunu bilir?
1938’de Dersim’de öyle öyle vahşi bir katliam yapılır ki insanlar diğerlerini kurtarabilmek için çocuklarını suya atmak ya da boğmak zorunda kalırlar. Böyle bir vahşet içinde çocuklara ne olduğu bilinemeyebiliyor.
ÇOCUKLARINI SUYA ATTILAR
İnsanın kendi çocuğunu suya atması ya da boğması inanılması zor bir şey gibi geliyor kulağa?
Askerlerden kaçıp ormana ya da mağara saklanmak zorunda kalıyorlar ve küçük çocukların ağlaması o kadar insanın nerede saklandığının fark edilmesi demek. O yüzden çocuklu kadınlara “ya çocuğu suya atın ya bize verin, ya da bizden ayrılın” diyorlar. Kucağında çocuğuyla aylarca aç susuz yalınayak dolaşan kadınlar oluyor. Çocuğu vermiyor ya da gruptan ayrılmıyorsa bebeğini emzirirken büyükler çöreklenip boğuyor çocuğu. Çocuklar maalesef diğerlerinin hayatını kurtarmak için feda ediliyor. Bu da vahşetin büyüklüğünü gösteren bir şey.
BİZ İSYAN ETMEDİK, DEVLET GELDİ BİZİ KIRDI
Resmi tarih “Dersim olayları” için bunun devlete karşı bir isyan olduğunu, isyanın bastırıldığını söyler, Dersim için “çıbanbaşı” der.
Nezahat Gündoğan: Ayrıca çok uzun zaman Türkiye’deki diğer siyasi literatür de, sol, Kürt, Alevi kesim de olayları isyan olarak gördü. Ama Dersimliler, biz isyan etmedik, devlet geldi bizi kırdı, diye bize sitem ederdi.
Dersim sosyolojik ve siyasi olarak nasıl bir yerdir yüzyılın başında, 1930’lara gelirken?
Dersim’in Osmanlıyla ilişkisi 1500’lerde başlıyor, sonraki süreçte daha çok dini çelişkiler ve din savaşları var. Bugünün aksine millet çelişkisi daha tali durumda. Dini açıdan merkezle uyumlu olmadığı için buralara sürekli harekâtlar düzenlenir, tasfiye ve kontrol amaçlanır. Ama Osmanlı devlet örgütlenmesi sancaklar şeklinde olduğu için aynı zamanda devletle ilişkisi bir biçimde, ağalar beyler üzerinden sürer, asker verir, vergisini öder. O günkü koşullarda toplumun diğer kesimleriyle merkezi idarenin ilişkisi nasılsa Dersim’in de öyledir. 1930’larda din çelişkisinin yanında ulusal çelişki de gündeme geliyor.
KÜRTLÜK DEĞİL ALEVİLİK ÖNCELİKLİ
Kürtlerin itirazları gibi mi?
Dersimliler açısından Kürtler kadar belirgin değil çünkü hala, siz kimsiniz diye sorulduğunda ırki değil inanç kimliklerini söylerler, biz Aleviyiz derler. Türklük ya da Kürtlük onlar için ikinci plandadır. Devlet onları Türkleştirmeye, Kürtler Kürtleştirmeye çalışır. Onlar da der ki: Biz Kırmancız. Kırmancı vurgusunda esasında Alevilik vardır. Türklük, Kürtlük, Zazalık politize olunca söylenir oldu. Dersimlilerin Aleviliği de kendine özgüdür, inancı, ritüeli Anadolu Aleviliğinden farklıdır, doğayla ilişki güçlüdür. Zaten Dersim raporlarında da güneşe tapanlar, dağa tapanlar diye aşağılayan bir dille yazılmıştır.
KIZILBAŞLIK MEVZU ÖNE ÇIKTI
Cumhuriyet kuruluşun ardından kendine göre ideal olan toplumu yaratmak için bir norm-normal-model tasarladı. Buna göre muteber vatandaş Türk, Müslüman, Sünni, laik, modern olmalıydı. Bu kimliğe doğal olarak uymayan ya da kendini uyduramayanları, kendi kimliğinden vazgeçmeyenleri buna zorladı. Dindarlar üzerinde de yaptı bunu Kürtler üzerinde de ama en ağırını Dersim’de yaptı, kitlesel katliam yaptı! Sizce neden Dersim’de kitlesel katliam yaptı?
KG: Şark Islah Planı’nda İnönü ulus inşası için şöyle diyor: “Görevimiz Türk vatanı üzerinde bulunan herkesi Türk ve Türkçü yapmaktır”. 1926’dan sonra Dersim de, Kürt bölgesi de Türk ve Türkçü yapılmak üzere hareket edilince Kürtler itiraz ediyor, isyanlar başlıyor. Bu süreçte Dersimliler, Aleviler Osmanlıyla yaşadıkları sorun nedeniyle, Cumhuriyet de laiklik gibi ilkeyi hayata geçirince Cumhuriyeti benimsiyorlar, bir anlamda oraya sığınıyorlar. Atatürk, kongre için Erzurum’a gitmeden önce geldiği Hacı Bektaş’ta “Siz 500 yıldır hilafetle sorun yaşıyorsunuz. Biz hilafeti tasfiye edeceğiz, siz de eşit yurttaşlar olacaksınız”. deyince bütün Bektaşiler Mustafa Kemal’i ve arkadaşlarını destekliyor. Cemalettin Efendi Birinci Meclis’in başkan vekili yapılıyor. Koçgiri’de Alevi katliamı yaşanınca Dersimliler irkiliyorlar ama yine de güveniyorlar cumhuriyete, Meclise beş milletvekili gönderiyorlar. Dolayısıyla bu Türkleşme meselesi değil, Osmanlıdan devralınan Kızılbaş meselesi olarak görülüyor. Dersim’de Kızılbaşların yanısıra Ermenilerin de oluşu dolayısıyla Dersim için daha köklü bir çözüm gerekir diye düşünüyorlar.
Herhangi bir “uyarı” ya da “öneri” yapılıyor mu Dersimlilere, katliam aşamasına gelinmeden önce?
“Sizi buradan alıp Türk ve Sünni Batı illerine serpiştireceğiz, bu ilkel yaşamdan kopup medeni olacaksınız” dendiği yazılı raporlarda. Medeni olmak Türk ve Sünni olmak demek o zihniyete göre.
İSYAN ETMEDİLER, İTİRAZ ETTİLER
Dersimliler ne diyor?
Kabul etmiyorlar ama “Biz cumhuriyete karşı değiliz, bizim yerimiz yurdumuz vatanımız dinimiz kültürümüz bu” diyorlar. O dönemde hazırlanan raporların yüzde 80’inde Dersimlilerin Cumhuriyete karşı olmadığı da ifade ediliyor zaten. 1930 tarihli dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın bölgeyi dolaşarak, ağaların hepsiyle, Seyit Rıza ve çocuklarıyla görüşerek yazdığı rapor en kapsamlısı. Burada şunlarla görüştüm, hepsi mutedildir, ılımlıdır, diye yazıyor. Ama öte yandan şu da var: Bunlar Kızılbaş, bunlar Ermeni, bunlar Kürt de deniyor.
NG: Uzun vadede bir tehlike olarak gördükleri için katliam, sürgün, kız çocuklarına el koymak lüzumlu ve meşru görünüyor. Diğer Kürt bölgelerini hallettikten sonra 1935’lerden sonra Dersim’le özel olarak ilgileniyorlar. Dersim’in bir Kürtlük iddiası da yok, Kürt bölgesiyle irtibatı da. Hatta 1925’lerde Dersimli aşiret liderleri davetle Ankara’ya giderler, fotoğrafları vardır. Ve o fotoğrafta olup da o vakte kadar eceliyle ölenler dışındakilerin hepsi katliamda öldürülmüştür. Ankara ile ilişkilerde sorun yoktur, bilakis Dersim’e medeniyet getirme çalışmaları vardır, yol, karakol binası, okul ve cami yapılır.
ALTI AŞİRETİN ASAYİŞ SORUNU VARDI
1938’e kadar Dersim iyi muamelerle ıslah edilmeye çalışılır ama direnç nedeniyle uzun vadede tehlike olur diye çıbanı patlatma kararı çıkar, öyle mi?
O direncin ne olduğu çok önemli, meselenin püf noktası. Çünkü Dersimlilere “sizi şuraya götüreceğiz” dendiğinde “biz burada kalmak istiyoruz” diyorlar, hatta okul, yol, karakol yapımında çalışıyorlar. İsmet İnönü’nün başbakan olarak hazırladığı Dersim Raporunda “Cumhuriyetin imar ve ıslah programı benimsemeyen, sayıları çok olmamakla birlikte altı aşiret var” diyor. Biz bu altı aşireti araştırdık, gerçekten isyan var mı diye.
Sonuç ne çıktı?
KG: Oranın kendine özgü, doğayla iç içe bir yaşamı var ama yoksulluk ve alt yapısızlık nedeniyle çevre illere yılda birkaç kez soyguna giden bir durum var. Evet böyle bir asayiş sorunu var ama o dönemde her yerdeki aşiretlerde silah vardır ve zaman zaman kendi aralarında kavga çatışma olur. Bu aşiretler cumhuriyetle ilişkilenmezler ve idare de bunlara sık sık ama küçük birliklerle harekât yapar ama bunlar Dersim’in geneline yönelik harekat değildir.
RESMİ RAKAM 13 BİN ÖLÜ, GERÇEK RAKAM EN AZ ÜÇ KATI
1938’te Dersim’e yapılan askeri harekatın bilançosu nedir?
Resmi belgelerde 13 bin civarında insanın öldüğü, 14 bin civarında insanın da iskan kararlarıyla batı illerine sürgüne gönderildiği yazılı. Ama biz 2005’ten beri sözlü tarih çalışıyoruz ve hemen her aşireti ve bölgeyi esas alarak görüşmeler yaptık, sayının üç dört katı kadar fazla olduğunu düşünüyoruz. Katliamda ölen, kaybolan kadınların, çocukların sayısı bilinmiyor, kayıtlı değiller. Hem nüfusa kayıtlı olmadıkları için, hem adı isyan konmuş bir harekâtta kaç kişinin öldüğü önemsenmeyip kaydı düzgün yapılmadığı için. Meclis tutanakların da somut olarak var bu. İlk dilekçeyi Demokrat Parti’den Haydar Kank 1950’de verir. Katliamda üç kız, bir erkek kardeşi ve annesi yakılarak öldürülüyor. Bunu uzunca anlatıyor dilekçesinde. 1953’te Genelkurmay dilekçeyi cevaplandırıyor. “Bu harekât onların iyiliği için, çapulculardan kurtulmaları için yapıldı” deniyor harekâtı da uzunca anlatılıyor, ailesiyle ilgili olarak da “Kayıtlarımızda böyle bir olaya rastlanmamıştır” deniyor. Yani somut bir kaybın kaydı yoktur. Biz başka tanıklardan da dinledik pek çok benzerini.
RUSLARA BAŞKA İNGİLİZLERE BAŞKA CEVAP
Katliam basında ve dünyada nasıl yankı buluyor? Dersim harekâtı olduğunda memlekette bir matbuat var sonuçta ve dünya hiç de içe kapalı değil.
NG: Basında ancak üç ay sonra yankı buluyor. Tan gazetesi Dersim’de bir harekât olduğunu bir kere yazıyor ve gazete kapatılıyor.
KG: İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, evvelinde basına bir andıç veriyor, onun belgesi de Meclis’te var, deniyor ki orada “Dersim’de bir harekât olacak ve bu hiçbir biçimde sızmayacak”. Uluslararası kamuoyunda onların kendi özel kaynakları dolayısıyla olay bir şekilde duyuluyor ama, 1937’de beş bin insanın öldüğü yönünde, İran’dan tepki geldiği yönünde telgraflar var. İngiltere Türkiye’ye soruyor, Dersim’de ne oluyor diye. Deniyor ki “orada Rusların kışkırtması sonucu bazı hareketler var, bastırıyoruz”. Rusya soruyor ne oluyor diye, onlara da “Orada Fransızların ve İngilizlerin kışkırtması sonucu bazı feodal ayaklanmalar var, ilerici cumhuriyet bastırıyor” deniyor.
ÖNCE ISLAH, SONRA İMHA PLANI
1937’de ve 1938’de Dersim’de tam olarak ne oluyor?
Devlet bir politika çerçevesinde karar alıyor ve uyguluyor ama bu asla 1937 ve 38’le sınırlı değil. 1926’da da bir harekât düzenleniyor, erkeklerin bir kısmı öldürülüyor, bir kısmı idam ediliyor, 83 kadın ve kız çocuğu Kayseri’ye götürülüp dağıtılıyor. Newyork Times haber yapmış, bunun Osmanlıca çevirisi yapılmış, belgeleri var. Dolayısıyla Dersim kadınlarının kızlarının “ıslahı projesi” 1926’da başlar 1950’de biter.
Peki 1937 ve 1938 ne yaşanır peki?
NG: 1935’te İsmet İnönü bir doğu gezisi yapar ve Dersim harekâtını nasıl planlayacaklarına dair çok detaylı bir Doğu raporu hazırlar. Üç yıllık bir plandır bu. Orada der ki, 1936’da silahları toplayacağız. 37’de harekâtı başlatacağız, 38, 39’da devam edecek ve bu sorundan kurtulacağız. Dolayısıyla isyana gerekçe olarak gösterilen tahta köprünün yakılmasına gerek yoktur harekâtın başlaması için. Özellikle böyle bir atmosfer yaratıyor devlet, orada da işbirlikçileri var, Seyit Rıza’nın bir yeğeni gibi. Onlar aracılığıyla bazı çatışmalar gerginlikler yapılıyor. Hatta 1932’de “imha harekâtı” planlanıyor ama Meclis raporlarına göre ekonomik sebeplerle para bulunamadığı için erteleniyor plan. Yani isyan ettikleri için harekât yapıldı tezine gerek yoktur. Ama harekâtın ve sürgünlerin gerçekleşmesi için, o yolların yapılması için zamana ihtiyaç vardır. Demir ağlarla ördük yurdu dört baştan sözünün Dersim’e düşen payı da bu harekât oluyor.
İSYAN EDECEK HALK SİLAHLARINI VERİR Mİ?
Silahlarını sorunsuz veriyor mu Dersimliler?
KG: Genelkurmayın silah toplama belgesinde şu var: Toplamda 9 bin küsur silah var ve silahları verin dendiğinde 7 bin küsur silah teslim ediliyor. Yani isyan edecek bir toplum neden silahlarını teslim etsin? Buna rağmen 1937’de Mareşal Fevzi Çakmak ve Atatürk’ün huzurunda Bakanlar Kurulu’nda alınan kararda Dersim’in ağalarına ve şeyhlerine yönelik olarak, bunları sürgüne gönderirsek bu sorunu ıslah yöntemleriyle çözeriz deniyor. Nitekim 1937 boyunca hedefteki aşiret liderleri gidip teslim oluyor, diğerleri öldürülüyor. En son Seyit Rıza Erzincan’da teslim oluyor. İnönü Meclis’te bir durum tespiti yapıyor. Diyor ki, “Dersim’e yönelik hedeflerimizin çoğu gerçekleştirildi, seyitleri şeyhleri adalete teslim ettik, 300 kişi öldü, 30’a yakın da askerimiz şehit oldu, şu kadar yaralı var”. Bundan sonra askeri harekat önermiyor İnönü, ıslah diyor.
MAĞARALARDA ORMANLARDA KATLEDİLİYORLAR
E, askeri harekat kararı nasıl alınıyor peki?
Mareşal Fevzi Çakmak ve Atatürk -bu Bayar’ın da anılarında vardır- “hayır” diyorlar, “bunlar yine aralarından ağalar şeyhler çıkaracak, Dersim konusunu kökten çözmeliyiz”. Hatta İnönü için “Kürt damarı mı tuttu ne, buna çok gönüllü değil” deniyor. İnönü’ye istifa et deniyor, o istifa ediyor ve Celal Bayar başbakan oluyor. 1938 planı böyle yapılıyor. 1937 şeyhlerin seyitlerin alınması, silahların toplanmasıyla bir ıslah harekâtıyken, 1938’de bir soykırım isteniyor. Taş üzerinde taş bırakılmıyor. Katledilenler de o altı aşirettekiler değil, diğer masumlar. Çünkü, bizim devletle sorunumuz yok diye düşünüyor ve kaçmıyorlar. Nitekim zehirli gazlar, mağaraların bombalanması, ormanlarda, evlerde, samanlıklarda, toplu biçimde çoluk çocuk katlediliyor insanlar. Bir topluluğu toplu olarak ortadan kaldırmak gibi bir amaç var. Geriye kalanların göç ettirilmesi ve yaşam alanlarının bozulması var. Genelkurmay belgelerinde “Evleri ağaçtan ve topraktandır, toprağı biraz kazıp gazı döküp tutuşturacaksınız ki bir daha orada yaşayamasınlar” deniyor.
DERSİMLİ KIZLARI SUBAYLARA PAY ETTİLER
Geriye kalanlara ilişkin politika nasıl?
Kız çocuklarını yine bir politika dahilinde rütbeli askerlere pay ediliyor. Bu, devletin belgelerinde bu şekilde açık net değil ama aslında bunu söyleyen şekilde yazılı. 1925 Şark Islahat Planında, özellikle kızların ve kadınların Türkleştirilmesi için şunların yapılması, kızların yatılı okula kaydedilerek Türk kültürüne kazandırılması gerekiyor, deniyor. Kızların Türklerle evlendirilmesi isteniyor. Şükrü Kaya “Biz ulusumuzu aileden yaratacağız. Ailede kadın ne öğrenirse sonraki kuşağa onu öğretecek ve ulus birliğimiz böylece oturacak” diyor.
HERŞEY ATATÜRK’ÜN BİLGİSİ VE İZNİYLE YAPILDI
Resmi tarih Dersim’i zaten bambaşka anlatır ama Atatürk’ü de itina ile bu işlerin dışında tutar. Siz dönemi incelerken ne gördünüz, Atatürk bu işin neresinde?
N.G: Tarihsel meseleleri kişiler üzerinden tartışmak hata olur, bu, bütün dönem boyunca uygulanmış bir devlet politikası ama Atatürk’ün izni, imzası, bilgisi olmadan bir şey yapmanın da mümkün olmadığı bir dönem bu. Atatürk evet 1938’de hastaydı ama Dersimle ilgili planlar çok daha erken dönemlerde konuşulmuş kararlaştırılmıştı. 1935’te hem Bakanlar Kurulunda hem Mecliste planlandığı için Atatürk’ün haberi olmadığı düşünülemez.
ÇOCUKLARI ANNELERİNİN KUCAĞINDAN ALDILAR
Kayıp kızlara geçelim. “Subaylara pay edilen” bu kız çocukları gerçekten annesi babası ölmüş, sahipsiz çocuklar mıdır? İnsanların Ermeni tehcirindeki gibi bu çocukları merhametinden alma ihtimali çok mu zayıftır?
Başta biz de öyle zannettik çünkü isyan yok, planlı soykırım var –ki Dersimliler kendi dilleriyle soykırım anlamında tertele derler. Ermeni ve Yunan tehcirinde biraz doğaçlama gelişiyor olaylar ama Dersimde merkezi ve planlı. Katliamdan sonra geriye kalan çocukların nasıl Türkleştirileceğiyle ilgili Şükrü Kaya da dahil devlet yöneticileri ortak bir akıl yürütüyorlar. 1) Elazığ kız yatılıya gönderilecek. (bu işin yasal yanı) 2) Katliama katılan subaylar bir iki çocuğu evine götürecek.
SUBAYLARA TALİMAT VERİLDİ: KIZLARI ALIN
Bu subaylar açısından rızaya bağlı bir durum mu, bir görev talimatı mı?
Kesin talimat. Çünkü subayların bazılarının eşleri istemiyor. Ama anne babalarının kucağından zorla sökülüp alınıyor çocuklar. Bu çocukların büyük kısmının anne babası da yakın zamana kadar yaşıyordu. Çok az çocuk gerçekten kimsesiz kalmış. Zaten anne baba ölmüş olsa bile yakın akrabaları var sahip çıkabilecek olan. Katliamdan sonra da arıyorlar zaten, o dönemde sürgün yerlerinden çıkmaları yasak olmasına, yakalandıklarında cezalandırılmalarına rağmen kızları aramak için çıkıp başka illere gidiyorlar.
SAĞLIKLI VE GÜZEL ÇOCUKLAR SEÇİLDİ
Çocuklar hangi özelliklerine göre seçiliyor toplanırken?
KG: Katliamdan sonra Elazığ’da ve Tunceli’de iki toplama kampında toplanıyorlar çocuklar. Kızlarla erkekleri ayırıyorlar. 5 ila 10 yaş arasındaki sağlıklı ve güzel kız çocuklarını seçip subaylara pay ediyorlar. Güzel ve sağlıklı olmayanları ise kara vagonlara doldurup her istasyonda oradaki eşrafa, esnafa bir iki kız çocuğu bırakıyorlar.
Subayların hepsi Türk ve Sünni mi?
Evet, ama ailelerin bu çocuklara ihtiyacı yok, kendi çocukları ve emir erleri var. Bu çocuklar birinci derecede iş yaptırtmak için de alınmıyor, amaç onları Türkleştirmek ve Sünnileştirmek.
EVLATLIK DEĞİL BESLEME
Çocuklar evlatlık hukuku içinde mi teslim ediliyorlar subaylara yoksa Kemalettin Tuğcu kitaplarında olduğu gibi “besleme” statüsünde mi?
Tamamen besleme. Evlatlık hukuku işlemiyor, çocuklar nüfusa geçirilmiyor, mirastan yararlanmıyor, öteki her zaman. Haddini bilecek biçimde sınırlı bir medeniyet sunuluyor onlara, evdeki çocuklarla asla eşit değiller.
Okutulmuyorlar mı?
Görüştüğümüz tanıkların yüzde 99’u okutulmamış.
Ama o dönem için bile medenileşmenin yolu okuldan geçmiyor muydu?
Okumak yerine ev içi eğitimle yetiniliyor. Sıdıka Avar müdireliğini yaptığı Elazığ’daki kız yatılı okulunu anlattığı Dağ Çiçeklerim adlı kitabında anlatır bunu. Biçki dikişi, Türk kültürünü, güzel Türkçe konuşmayı, çocuk bakımını öğrenecek, bu kadar. Ki köylerine medeniyet götüren küçük birer misyoner olabilsinler.
BİZ OLMASAYDIK SEN DE ÖLECEKTİN!
İnönü’nün torunu CHP milletvekili Gülsüm Bilgehan tam da buna benzer şeyler söylemişti, geçen yılki tartışmada; Dersim operasyonu olmasaydı bu kızlar ortaçağda kalacaktı, demişti?
Operasyonun yapıldığı günkü mantığa uyumlu sözler bunlar. Sıdıka Avar’ın da öyledir. Yanlış ama içselleştirilmiş bir durum bu, bir utku. Kendini Türk misyoneri olarak tanımlıyor zaten. Fedakarlık yapar, kendi kızını bırakıp o günün koşullarında kamyonla, at eşek sırtında dağ taş dolaşarak toplar Dersim kızlarını. İyilik yaptıklarını düşünürler. Zaten kızları yanına alan aileler de sürekli bunu kakar kızların başına: Biz olmasaydık sen yaşamıyor olacaktın, biz olmasaydık kötü yola düşecektin...
Kızlar ne düşünür hisseder peki? Bilirler mi bu evin babası, aslında kendi ailesini öldüren kişidir?
Biliyorlar ama öyle bir içselleştirmişler ki farklı anlatıyorlar. Mesela bir tanık şunu dedi: “Beni annemin kucağından aldılar, annemi babamı kardeşlerimi bir çukura doldurup hepsini taradılar”. O subaylardan biri çocuğu alıp Konya’ya götürüyor, çocuk ona baba diyor. Ama sorunca “O olmasaydı ben yaşayamazdım, namusum ne olacaktı” diyor.
KÖTÜ MUAMELE DE VAR TACİZ TECAVÜZ VAKASI DA
Yaşanan travmayla baş edebilmenin, yaşamaya devam edebilmenin başka bir yolu yoktu belki de…
Ben de bir savunma mekanizması olduğunu düşünüyorum yoksa hayatı devam ettirmek mümkün olmayabilirdi. Çoğu olayların üzerine sünger çekmiş. Onun için başta konuşmak istemediler, sustular. Bir buçuk yıl beklediğimiz tanıklar oldu. Ne olacak konuşup da, ben kapattım o konuyu, siz de kapatın dediler. Çünkü gerçekten büyük bir yara. Konuştuktan sonra kendisi, sonraki kuşak, ciddi bir sancı yaşıyor. Bir geçmişte kalan gerçek kimlik var, bir yaşadıkları var, bir de şimdi ki kimliği. O yüzden biz de sorumlu hissettik kendimizi. Onları bekledik, onları incitmemeye dikkat ettik, travmayı derinleştirecek sorulardan kaçındık. Onu alan sıhhiye memurunun tacizine ya da tecavüzüne uğramış biri vardı mesela. Konuşmak istemiyordu, o kişinin adını hatırlamıyordu. Ama olayın izini taşıyordu, kulak memesinde yırtık vardı. Kadın kadına kaldığımızda ifade eder gibi oluyordu ama odada çocukları, başkaları varken hemen kaş göz işareti yapıyordu.
EŞKIYANIN ÇOCUKLARI DİYE HOR GÖRÜLDÜLER
Peki devlet bu çocukları subaylara pay etmiş, her istasyonda eşrafa verilmek üzere çocuk bırakmış da başlarına kötü bir şey gelebilir, taciz tecavüz olabilir diye dönüp hiç bakmamış mı? Ya da çocukları teslim ederken sakın ha diye şart koşmuş mu, tembihlemiş mi?
Devlet o çocuklara “eşkıyaların çocukları” diye bakıyor, müstahak diye düşünüyor, alın kullanın diyor. Öldürülmemeleri lütuf olarak görülüyor, gerisi de haliyle teferruat oluyor. Mesela çocuklardan biri çok hasta, zayıf… Ne olacak, katliamdan kurtulmuşlar, dağda bayırda aç dolaşıyorlar, ölmemek için çiğ at eti yemişler. Amasya’da istasyonda bırakılan bir çocuk bu, hastanede kalıyor, aşağılar şekilde adını “çöp bacak” koyuyorlar.
DERSİMLİ OLMAK HEP BAŞLARINA KAKILDI
Dersimli oldukları unutturulmuş mu yoksa bilakis öcüleştirilmiş mi Dersim?
KG: Dersimli olmak Demokles’in kılıcı onlar için. Dersim evlatlığı olduğu öğrenilince kocaları “pis Kızılbaş” diye başlarına kakmış. Evlendirilirken sınırlar konulmuş. Diyelim ki çok güzel bir kız, talipleri de ona göre. Ama Dersim kızı olduğu öğrenilince ya o aile vazgeçiyor ya da yanında olduğu aile ona, haddini bil, sen oraya değil bir köylüye, kapıcıya layıksın” diyor.
ÖNCE SAÇLAR KAZINIYOR SONRA LENGERLİ ŞAPKA
Bu çocukların verildikleri evlerde nasıl bir hayatları oluyor?
Önce saçlarını kazıyor, banyoya sokup yıkıyorlar. Katliamdan kurtulan, sürgüne gönderilen bütün kadın ve erkeklerin saçları aşağılamak için kazınıyor. Saç Anadolu’da değerlidir, mahremdir, dokunulmaz ama erkeklerin de bıyık ve sakallarına ustura vuruluyor, utançla yüzlerine mendil takıyorlar kendilerini çıplak hissettikleri için. Kızların saçlarını kesmelerinin nedeni de bir nevi köklerinden koparmanın metaforu. Kimliğinden kişiliğinden tamamen arındırmak istiyorlar. Kıyafetlerini değiştiriyorlar. Medenileştirmenin sembolü olarak kısa etek ve lengerli şapka giydirirler. Birkaç tane insani davranan iyi örnek var ama kesinlikle bu çocuklar eşit değil.
SUBAY AİLELERİ DE TRAVMA YAŞIYOR
Dersim kızlarını yanına ailelerde ne yaşanıyor? Subaylar aileleriyle görüştünüz herhalde, ne buldunuz?
Bu hikâyelerin bir kısmının bize ulaşmasını çocukları alan ailelerin sonraki kuşakları sağladı zaten. Ama o ailelerde de travma yaşanmış. Bir yılın ardından konuşmayı kabul eden bir asker çocuğu “Sanmayın ki o travmayı sadece Dersimliler yaşadı, biz de yaşadık” dedi. Dedi ki “Babam ölene dek Dersim vakasını anlattı, annemin ruh sağlığının bozulmasının nedeni buydu çünkü babam yaşadığı travmayı bize yansıttı, evimizde Dersim harekâtından fotoğrafların olduğu bir albüm vardı, annemin sinir krizi geçirdiği bir gün “hem bunları yaptınız bir de fotoğraflarını saklıyorsunuz” deyip albümü yaktığını hatırlıyorum”.
Dersimli erkek çocuklarına ne oluyor?
Katliamdan onlar da payını alıyor, hayatta ve öksüz kalmış çocukları yurtlara yerleştiriyorlar ama ev içinde ıslah yöntemi erkekler için öngörülmüyor.
KENAN EVREN’İN KARISI DA DERSİMLİYDİ
Kamuoyunun tanıdığı kimler var, Dersim kızı olan ya da bunu yaşayan?
Gazeteci Yavuz Semerci’nin babası var, ama onu alan aile sıradan bir aile, çocukları olmadığı için evlatlık alıyor ve kendi soyadlarına geçiriyorlar. Kenan Evren’in eşi Sekine Evren var, şimdi hayatta değil. Onunla ilgili birkaç tanıkla görüştük. Tan gazetesinin anlatımı var. Harekat olduğunda Sekine Evren’in yaşı küçük değildir, 13-14 yaşlarındadır. Bize bunu Yavuz Semerci’nin de amcası olan Hayri Koç anlattı. Çemişgezek tarafındaki Aliboğaz denilen bölge vardır. Harekât sürecinde orada mağarada saklanırlar. Kadın çoluk çocuk kalabalıktırlar. Mağara askerler tarafından tespit edilince bir kısmı çıkıyor, bir kısmı kalmayı tercih ediyor. Çıkanlardan daha çok kişi kurtuluyor. Mağarada sağ kalanları toplayıp kurşuna diziyorlar. Sağ kalanlar askerler çekildikten sonra gidip yakınlarını arıyor, kimlerin öldüğünü görüyor, toplu mezara gömüyorlar. Sekine Evren’in gerçek adı da Sekine, Sekine Kankotan. Onun mağarada olduğu, dışarı çıkmadığı ama öldürülenler arasında da olmadığını tespit ediyorlar. Hayatta kalanlardan biri, bir askerin onu gruptan ayırdığını alıp götürdüğünü söylüyor. Araştırıyorlar, 1938’de Alaşehir’de zengin bir bağcıya verildiği söyleniyor ama çok mesafe kat edemiyor bulamıyorlar. Daha sonra 80’li yıllarda –çok enteresandır, Hayri Amca da başka tanıklar da anlatır bunu- Sekine Evren öldüğünde kızlarından biri bir açıklama yapar, “Benim annem de Tunceliliydi” diye. Sekine Evren’in Tuncelili olduğunu o kadar çok kişiden duyduk ki. 80’lerde Sekine Hanımın yeğeni bu bilgi üzerine yeniden araştırma yapıyor, Kenan Evren’le görüşme talep ediyor. Hayri Koç’un dediğine göre bir irtibat gerçekleşir ama Aziz Kankaton meseleyi kapatır. Ama nasıl oluyor ne oluyor bilemiyoruz tabi.
SEKİNE EVREN ÇANKAYA’YA ÇIKMAYI REDDEDER
13-14 yaşındaki bir çocuğun yaşadığı vahşeti unutması mümkün değil, böyle biri daha sonra bir askerle nasıl evlenir?
Aslında araştırmalarımız bizi ilginç bir Sekine Evren portresine ulaştırdı. Kenan Evren anılarında eşi için ilginç inanışları olan birisi diyor. Dindar değildir, namaz falan kılmaz diyor. Perşembe ya da Cuma günü çamaşır yıkamazdı, el ve ayak tırnaklarını aynı gün kesmezdi, bize de yaptırmazdı diyor. Bu tipik bir Alevi ritüelidir. Sekine Evren’in bir damadı, Miray’ın eşi Malatyalı Alevi bir ailenin mensubudur, TKP üyesidir. Evrenlerin MİT’çi olan kızları Şenay ve eşi, onun dosyasını Kenan Evren’in önüne koyar, aile genel olarak bu evliliğe karşı çıkar ama Sekine Evren, bu evlilik olacak der ve evlilik olur. Bir başka bilgi de şu: Sekine Evren darbe olduğunda Çankaya Köşkü’ne çıkmayı reddeder. Hayır, biz yönetime halk iradesiyle gelmedik, der. Felçli olmasına, Çankaya’ya gitse rahat edecek olmasına rağmen gitmez, son nefesini lojmanda verir.
Başka bilgi var mı Dersim kızı olup olmadığına ilişkin?
Manisa Alaşehir’de, kız kardeşi olduğunu söyleyen biri var, onunla konuştuk ama cevap alamayacağımız için Dersim bahsini doğrudan sormadık, Alevi kimliğini anlamaya çalıştık. Çocukluk fotoğraflarını görmek istedik, isteksiz davrandı, nereye koyduğumu bulamadım dedi. Kenan Evren, Sekine Hanımın ortaokula kadar, kız kardeşi liseye kadar okuduğunu söyler. Alaşehir’de o tarihte bir tane okul vardır ama orada kaydı yok. Okutulmama ihtimali de yüksek çünkü Dersim evlatlıkları zaten okutulmuyor.
RAUF ORBAY’IN EŞİ ÇOK EZİYET ETMİŞ
Harekâta havacı subay olarak katılan, sonradan Hava Kuvvetleri Komutanı olan Muhsin Batur anılarında Dersim’deki “özel görev”ini anlatmak istemez, "Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum" der. Siz, oğlu Enis Batur ile görüştünüz mü?
KG: Çok istedik ama başaramadık. Öyle birkaç isim var, dönemin Elazığ valisi Cemal Bardakçı’nın torunu Murat Bardakçı gibi. Belki ileride farklı yaklaşabilirler ama çoğu görüşmek istemedi. Dönemin Başbakanı Celal Bayar da evine bir Dersim kızı götürüyor. Dönemin 3. Ordu Hareket Daire Başkanı, sonranın Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay da bir Dersim kızı götürüyor. Bu isimlerin Dersimli kızları evlerine götürmesi Dersimli kızların pay edilmesinin merkezden planlandığının bir göstergesi aslında.
Bu vakalarda kızların hikâyeleri nasıl?
Orbay’ın götürdüğü kızlardan biriyle kapsamlı röportaj yaptık. Orbay’ın eşi meşhur Enver Paşanın kız kardeşidir ve gelen kıza çok vahşi davranır. Seyit Rıza’nın dölleri diye hakaret ettiğini, çok dayak yediklerini ve o evden kaçtıklarını anlattı. Paşa karışmazdı Allah razı olsun ama hanımı çok eziyet etti, diye anlattı.
CELAL BAYAR’IN ALDIĞI KIZ EVDEN KAÇIYOR
Celal Bayar’ın evinde ne olmuş?
Kız 13-14 yaşındadır ve kısa süre sonra şoförle evlendirilir. İki üç sene sonra evden kaçar, gider Yozgat’ta sürgünde olan annesini bulur ve orada kendi akrabalarından biriyle rızasıyla evlenir, çocuğu olur. Annesinin hikayesini o anlattı bize. Çok etkileyicidir hikâyesi. Zaten bizim çalışmamızdan sonra Yalçın Doğan da Savrulanlar adında bir kitap yayınladı.
DERSİM KATLİAMINI YAZAN TEK İSİM NECİP FAZIL’DIR
Bu ülkenin nasıl zorlu bir geçmişi olduğunu biliyoruz ama yine de 1938 nere 2012 nere! Bu ülkede sosyologlar, siyaset bilimciler, bu meseleyle ilgilenir görünen çok kişi var ve Dersimliler de bilinçlidir üstelik. Nasıl olmuş da tanıklar henüz hayattayken kimse sözlü tarih araştırması yapmamış?
KG: 1940’lar dünyasında ve sonrasında Dersim üzerine yazma cesareti gösteren tek kişi Necip Fazıl Kısakürek’tir. Enteresandır hem Kemalistlere karşıdır, hem milliyetçidir ama bu, kaba bir durum değildir, mazlumlardan yana bir hassasiyeti olduğu kesin. Çünkü mesela sadece Atatürk’ü sorumlu tutmuyor, Bayar’ı da öbürlerini de sayıyor. Normal koşullarda bir mahkeme olsa İnönü’den Bayar’a bunlar Divanı Harp’te insanlık suçu işledikleri için yargılanırlardı, diyor. Tanıkları dinliyor ve çok etkilenip yazıyor. Said-i Nursi’nin talebeleri de harekâtta subay olarak görevlendirilirler ama oraya gittiklerinde bambaşka bir manzarayla karşılaşınca vicdanen rahatsız olup Said-i Nursi’ye yazıyorlar, biri Hulusi Yahyagil’dir mesela.
NG: Resmi tezleri doğrulayan çalışmalar var daha çok. Sol çevreler de orada bir Kürt ayaklanması olduğunu söyler, Nuri Dersimli’yi referans alarak. Ama bu ülkenin aydınları akademisyenleri gazetecileri de maalesef resmi tezin memurları gibi. Bir subayın, öldürdüğü insanlarla ilgili yazdığı üç satırlık raporu belge zanneden, bunu sorgulamayıp üzerine tarih yazan insanlar bunlar. Biz bu sözlü tarih çalışmasına başladığımızda bize, belge var mı diyorlardı. Biz “en büyük belge insandır” diyerek çalıştık.
Tanıkların yaşları ilerlemiş vaziyette, bir on yıl sonra bu çalışma yapılamayacaktı belki de.
Dersim’in kızları 72 yıl sonra bu çalışmaya konuşmamış olsalardı muhtemelen bugün Dersim bu düzeyde tartışılmayacaktı. Bu çalışma sonrasında Onur Öymen bir şey söyledi, Başbakan konuştu. Köklerinden koparılan kızlar herkesin Dersim’e farklı yaklaşmasını sağladı. Bunun için minnettarız konuşan kadınlara.