Son senelerde “siyaset” kavramı ülkemizde her türlü toplumsal derde deva bir ilaç, bir yöntem olarak sunuluyor.
Siyaset demokratik hukuk devletlerinde, demokrasinin güçlendiği, güçleneceği toplumlarda doğal olarak çok aziz bir kavram ama acaba bu kavramı çok doğru bir yerde mi kullanıyoruz, çok emin değilim.
Yanılmıyor isem, bu kavramı, daha doğrusu bu yöntemi tartışmaların merkezine oturtan benim de çok yakından tanıdığım, sevdiğim arkadaşlarım Etyen Mahçupyan, Ali Bayramoğlu, Erol Katırcıoğlu.
Mutlaka başkaları da vardır ama bu üç arkadaşın bu tartışmalarda yeri epey önde.
Benim ise bu “siyaset” kavramına bir itirazım var.
Daha doğrusu bu kavramın, bu yöntemin öneminin, etkinliğinin yeri, zamanlaması konusunda kuşkularım var.
Bu kuşkularımın kökeninde de benim siyaset kavramına atfettiğim bir özellik var.
Siyasetin zemini, çizgisi her alternatifin, doğru demeyeceğim, bu tanımsız bir kavrama götürebilir ama meşru olduğu bir ortam olmalı diye düşünüyorum.
Şayet meseleye ilişkin alternatiflerden biri ya da birçoğu çağın ruhunun belirlediği meşruiyet çizgisinden çok uzak ise bu meselenin çözümünde “siyasetin” yeri ne olabilir, kuşkularım epey güçlü.
Devlet yönetim biçimi olarak başkanlık rejimi mi, yarı başkanlık rejimi mi ya da klasik parlamenter rejim mi benimsenecek meselesinin muhtemel alternatiflerinin tümü, siz birisine şu ya da bu nedenden daha yakın olabilirsiniz ama meşru alternatiflerdir, bu alternatiflerden birinin seçilmesi siyasi bir süreçtir, bu karar alma sürecinde siyaset doğal olarak başat kategori olarak devrededir.
Ben, bir yurttaş olarak ülkemin geleceğini AB üyeliğinde görüyorum, bu alternatifi tüm naçiz gücümle destekliyorum ama Türkiye’nin geleceğini AB içinde görmemek de AB taraftarlığı kadar meşrudur, bu süreçte de nihai kararı siyaset verecektir zira tüm alternatifler meşru alternatiflerdir, tartışırız, bir yere geliriz.
Ama, bir ucu meşru olmayan konular maalesef ülkemizde daha çok sayıda.
Yakın geçmişten bir örnek verebilirim, türbanlı olma tercihini kullanan genç kızlarımıza senelerce üniversite kapıları kapalı tutuldu, bu karar, bu tercih (!) meşru bir tercih değil idi, evrensel olarak nitelendirebileceğim temel hak ve özgürlüklere aykırı idi, türbanlı kızların üniversite haklarını savunmayı böyle bir meselede siyasi bir tavır olarak nitelendiremiyorum, bu mesele sadece bir temel hak ve özgürlüğün devreye girmesini istemektir, alternatifi meşru değildir, bu konunun siyasi düzlemde çözülmesini istemek alternatifini de yani türban yasağını da meşrulaştırmak demektir ve ben bu aşamada siyaset kavramına itiraz ediyorum.
Genelkurmay Başkanı’nın statüsünü düzenleyen Anayasa’nın 117. Maddesi kanımca meşru bir madde, bir hukuksal düzenleme değildir, bir devlet memurunu, Genelkurmay Başkanı’nı bırakın Milli Savunma Bakanı’na, Başbakan’a bile bağlamamaktadır, böyle bir yapı idare hukuku kavramının, bürokrasinin evrensel ilkelerine aykırıdır, doğrusu her devlet memurunun bir bakana bağlı olmasıdır.
Dolayısıyla, Genelkurmay Başkanı’nın Milli Savunma Bakanı’na bağlanmasını istemek siyasi bir talep değil, evrensel bir hukuk ilkesinin çok ama çok geç de olsa bizde egemen olmasını talep etmekten başka bir şey değildir.
Benzer bir mantıkla işkence ile mücadele de, anadilde eğitim hakkı da siyasi bir konu olarak görülemez, işkenceye karşı olmayı siyasi bir konu olarak görürseniz işkenceyi de meşrulaştırmış olursunuz, anadilde eğitim de temel bir haktır, siyasi süreçlere konu olmamalıdır.
Bu aşamada meselenin en zor noktasına geliyoruz, bir ucu meşru olmayan meselelerin çözümü nasıl gerçekleşecektir?
Bu meselelerin yani temel hak ve özgürlükler meselesinin çözümünü, BİR BİÇİMDE, bu ilkelerin ülkemizde doğrudan benimsenmesinde görüyorum.
Nasıl mı? Mesela AB süreciyle.
Siyaset, çok önemli ve belirleyicidir ama hukukta belirli bir meşru aşamaya gelmiş meselelerde devreye girmeli diye düşünüyorum.