Bir kaç noktaya değinelim:
- Çin rejiminin Doğu Türkistan’da yaptığı sistematik asimilasyon siyasetine karşı, İstanbul- Eyyûb Sultan’da, 7 Aralık akşamı, ‘İnsan Hakları Günü’ münasebetiyle bir protesto gösterisi vardı. Mazlûm (yani, zulüm gören) bir insan veya halkın ‘Âhh’ını duymak insanlığın gereğidir. (Bu vesileyle, Gök Bayrak’lı Doğu Türkistan’ın 1949’daki ilk ve son lideri olan ve 1975’lerden beri yakın irtibatım olan Îsâ Yusuf Alptekin ağabeyi, rahmet niyazlarımla anıyorum.)
- 7 Aralık akşamı Üsküdar-Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde Mazlumder’in sunduğu ‘İnsan Hakları ve Göç’ konulu proğramda gösterilen sinevizyon proğramı, insan olanın yüreğini burkuyordu. ‘Hicransız Hicret olmaz’ elbette, ama, dünyanın her yanında, zulüm ve yoksulluktan kurtulmaya çalışıp, gemilerle ya da kara yoluyla, sonu nereye varacağı bilinmeyen meçhul bir yolculuğa çıkan ve amma çocuklarıyla birlikte sulara gark olan veya çöllerde, dağlarda perişan olanlar, hele de onların körpecik çocuklarının ve annelerinin gözlerindeki, ne olacağını anlamaya çalışan meraklı bakışları ve yüz hatları yüreklere bir kurşun ağırlığıyla çöken çocukları..
Allah’u Teâlâ’nı bu mâsum kullarının acılarını, kaygularını ve içlerindeki tufanları duymadığımız sürece, sûreten /şeklen insan olmaktan, sîreten/rûhen insan olmaya nasıl ulaşabiliriz?
- Yarın, (Salı akşamı) saat 19.30’da, Fâtih Câmii’nden başlayıp Saraçhane Parkı’na kadar yapılacak olan meş’aleli bir gösteri ile, 6 yılı aşkın zamandır, Müslüman Mısır halkının tepesine çöken ve onları esir alan kanlı darbeci General A. Fettâh Sisî’nin zindanlarındaki mazlûm Müslümanlarla kalbî ideal birliği ve dayanışma içinde bulunulduğu bir daha sergilenecektir. Vicdan bile duymaz sesi çıkmazsa bir ‘âhh’ı..
- Dünkü yazımda değinilmesi gereken, ama yer darlığından dolayı değinilemeyen birkaç nokta daha vardı. Bu da, hattâ bazı haksız suallerin sorulmasını da zihinlerde oluşturdu.
Meselâ, akademisyen ve de Seyyid Rızâ’nın mensub olduğu mezhebe bağlı bir tarihçi olduğunu söyleyen bir okuyucu, ‘Siz o çok Müslüman olan idrakinizle Dersim Faciası’nı ancak 70 yıl sonralarda mı farkedebildiniz?’ diyor. Eğer, dediği gibi olsaydı, hiç yüksünmeen, kendisine, ‘Haklısınız..’ derdik. Ancak ‘tarihçi’ de olduğunu söyleyen bu arkadaş, herhalde, ‘Tunceli’ denilmeyip Dersim’den söz edilmesinin bile ‘Cumhûriyet’e karşı çıkmak’ olarak değerlendirildiği o zaman diliminde, Dersim’de neler yaşandığını, 1965’lerde Müslüman kamuoyuna en çarpıcı şekilde duyuran ismin merhûm Necîb Fâzıl olduğunu bilmiyor.
Muhakkak ki, o facia ile ilgili olarak başkalarının yazıları da vardı belki, ama açıkça yazamıyorlardı.
Nitekim, 1970’lerin ünlü Hava Kuv. Komutanı Gen. Muhsin Batur, hâtırâtında, ‘1936-37’lerde, Harbiye’de öğrenci iken El’Aziz’e götürüldüklerini’ yazar; ama, oraya niçin götürüldüklerini ve orada neler yaptıklarını yazamıyacağını, bundan dolayı okuyucularından özür dilediğini’ de belirtir. Ama, ‘taife-i laicus’, bu notu görmezlikten geldi. Ama, ‘müslüman’ kalem erbâbı onu da taa o zamanlar, Müslüman halkımıza duyurmaya anlatmaya çalıştı.
Kezâ, laik kesimden olsa da, 1970’lerde, Hasan İzzettin Dinamo‘nun ‘Kutsal İsyan’ gibi kitaplarında, Dersim’de mağaralara sığınanların oralarda nasıl öldürüldükleri anlatılmıştı, ama, ‘laik taife’ bunu da duymazlıktan gelmişti.
Dahası, bu korkunç cinayetlerin kamuoyuna ‘Müslüman’ hassasiyetiyle duyurulmasından hiç memnun olmadılar; çünkü ‘alevî’ kamuoyunun o tarafa yatabileceğinden korkuyorlardı. Bir kısım ‘alevî’ler, ‘cellâdına âşık olmak’ sendromu sergileyerek o cenaha halen de destek vermektedirler.
Dersim Gailesi’nde nelerin yaşandığını, 13 binden sivil insanın öldürüldüğünü resmen açıklayan, Başbakan Erdoğan değil de, başkaları olsaydı, o çevrelerin onları nasıl kahramanlaştırdıkları görülürdü.
Müslümanlar, kimliklerini sormadan mazlûmların yanında yer alırlar.