Hafta sonu İzmir’deydim. “Gri Düşünce” adlı öğrenci topluluğunun davetiyle bir konuşma yapmaya gitmiştim. (“Ak” veya “kara” yerine “gri” düşünce; iyi isim, değil mi?)
Öğrencilerle “Özgürlüğün İslami Yolu” üzerine sohbet etmek hoş oldu gerçekten. Sonrasında da kentte biraz dolaşma imkanı buldum. Karşıma çıkan en çarpıcı sahne, Balyoz ve Ergenekon davalarında mahkûm olan askerleri desteklemek için düzenlenen bir gösteriydi. Çoğu orta yaşı geçmiş bir grup İzmirli, ellerinde Türk bayrakları ve Atatürk portreleriyle, “iftiraya uğrayan subaylar” lehine tezahürat yapıyor, “adalet arıyoruz” diye haykırıyordu.
Bunları görünce zihnim 3-5 sene öncesine, “Balyoz”, “Ergenekon” ve “derin devlet” ile yatıp kalktığımız günlere döndü. Hatırlar mısınız, ne hararetli devirdi o öyle... Bir kaç yıl evvelinde lügatımızda olmayan kavramlar birden bire gündemimizi, aklımızı, hislerimizi doldurmuştu. Gazeteler her gün yeni bir komplo, yeni bir hıyanet, yeni bir dehşet ifşa ediyordu.
Neler yapmamıştı ki bu şeytani adamlar. Memleketteki bütün melanetleri onlar organize etmişti neredeyse. Provokasyonlarla kargaşalar çıkarmış, darbe yollarını bile bile döşemişlerdi. Hain emellerine ulaşmak için yapmayacakları şey yoktu. Uçak düşürecek, cami bombalayacak, Koç müzesindeki denizaltıyı havaya uçurup yüzlerce çocuğu öldürebilecek kadar alçaktılar.
Her yere de sızmışlardı. Ordu zaten ellerindeydi. Ama yargıda, basında, sermayede, her yerde adamları vardı. Bu ahtapotun kollarını tek tek bulup temizlemek de her demokratın bir numaralı misyonuydu. Aymazlığın sırası değildi. Türkiye’nin önündeki son engeldi Ergenekon.
O sıraralar muhafazakâr dünyada bu gidişata muhalefet eden, “durun, bu iş çığırından çıkıyor, cadı avına dönüşüyor” diyenlerin sayısı, bir elin parmaklarını geçmez herhalde. Biri, açıkçası, bendim. Bir diğeri babam Taha Akyol’du. “Siyasi hedeflerin hukukun evrensel ilkelerini rafa kaldıramayacağına” inanmıştık çünkü ikimiz de. (Daha doğrusu ondan öğrenmiştim ben bunu, geçmiş onyıllar içinde.)
Ben bilhassa Ergenekon davasının geniş bir toplumsal kesimi hedef bir nefret kampanyasına dönüşmesine karşı çıkmış, muhalifleri şeytanlaştıran uçuk komplo teorilerini eleştirmiştim. Tescilli darbecilerin dahi “vatan haini” olmadığını, aksine vatansever olduklarını, ama yanlış işler yaptıklarını savunmuştum.
Bu çatlak sesler pek iyi karşılanmadı o zaman. “Sağlam durmamakla” suçlandık. Hedefteki “karanlık güçler” tarafından korkutulmakla ve hatta ayartılmakla itham edildik.
Aradan zaman geçti, hava değişti. Bugün, Ergenekon ve Balyoz kampanyalarında mağduriyetler yaşandığı, yaşın yanında kurunun da yandığı kanaati yaygın kabul görüyor. O sıralar ses çıkarmadıkları için özür dileyenler, günah çıkaranlar dahi var.
Ancak o süreçten asıl ilkesel bir ders çıkarmak gerekiyor: Siyasi nefretin ne denli körleştirici, duyarsızlaştırıcı, hukuksuzlaştırıcı bir şey olduğunu anlamak. Bu nefret öyle bir şey ki, karşınızdaki toplumsal bir grubu, kendilerine göre dertleri, kaygıları ve değerleri olan ama belki yanlış işler yapan insanlar olarak görmenizi engelliyor. Onları hainler, alçaklar, adeta sinsi şeytanlar gibi görmenize yol açıyor. Yarattıkları korkunç tehlikeyi bertaraf etmekse için hukuku aşmak, “rutin dışına çıkmak” fikri zemin buluyor.
Oysa, tam da böyle yapmamak gerektiğini hatırlatan bir rehber var elimizde: Kur’an. O, “Ergenekon” avcılığının en hararetli günlerinde yazdığım bir yazıda da alıntıladığım gibi, şu ihtarda bulunuyor:
“Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın.” (Maide Suresi, 8)