Terör ne zaman tırmansa, çevremizde insan hayatına mal olan silâhlı çatışmalar artsa, zihnime hep “Bununla ne yapılmak isteniyor?” sorusu üşüşür... Yıllardan beri “Aman komplocu demesinler” diye kendimi kısıtlayıp durduğum halde, vaktiyle devletin bütün istihbaratının aktığı önemli bir koltukta oturan Turgut Özal’ın “Üç buçuk çapulcu” tespitinde bulunduğu bir örgütün gücünü artırarak varlığını sürdürüyor olmasını anlamakta zorlanırım.
Zorlanıyorum, ne yapayım?
Geçenlerde bir dostumla konuşurken, onun söylediği bir şey zihnimde ‘yasak bir düşünce’ye yer açtı. Dostum, yıllar öncesinde yaşanan ve aktarılanlardan hareketle birilerinin planlarının eninde sonunda mutlaka gerçekleştiğini anlatıyordu; şaşkınlıkla, “Teröre bulaşmışları bile muhatap almayı düşünüyoruz; o birileri kimse onları bulup müzakere etsek de artık kan dökülmese” deyivermişim...
‘Yasak düşünce’ dediğim bu...
Ne zaman terör azsa, ya da komşu topraklarda ülkemizin bütünlüğünü tehdit eden yeni bir gelişme yaşansa, Birinci Körfez Savaşı sırasında ABD güçlerinin stratejik merkezi haline dönüştürülen Suudi Arabistan’ın Dahran kentinde birkaç Amerikalı subayın kendisine aktardığı “Kürt devleti kurulacak” sözünü hatırlatır Güneri Civaoğlu...
Suriye’de Baas güçleri ülkenin kuzeyini PYD adlı Kürt örgütüne terk ettiğinde de hatırlattı.
Hilmi Özkök’ün tanık sıfatıyla çağrıldığı Ergenekon Mahkemesi’nde ve ifadesi sonrasında söyledikleri de ülkemizin içinde bulunduğu bölgeyle ilgili bir ‘master plan’ olduğunu düşündürecek ayrıntılar içeriyor. Meclis tezkereyi reddederek Amerikan planını sekteye uğrattı; ancak o dönemde bulaşmadığımız işlere şimdilerde zorlama yoluyla göz yummamız gerekiyor.
Plan aksıyor, ama ortadan bütünüyle kalkmıyor. Irak’a bulaşmıyoruz, ama Suriye’nin kapısında her an içeriye girecekmiş gibi bekliyoruz...
İmparatorlukların tasfiyesini getiren ‘eski dünya düzeni’ döneminde topun ağzına ilk konulanlardan biri Osmanlı Devleti’ydi. Bolşevik devrimi gerçekleşip ‘emperyalizm’ ile yollarını ayıran bir kadro Moskova’da işbaşına geldiğinde, Çarlık Rusyası’nın da içinde yer aldığı çok-taraflı gizli anlaşmaları deşifre ettiler. En dikkati çeken, Osmanlı topraklarını dönemin dört büyüğü arasında paylaştıran ‘Sykes-Picot Planı’ydı.
Savaşın hayhuyu içerisinde Saray da haberdar olmuştu o anlaşmadan; eminim, “Böyle bir şey olur mu hiç!” tepkisini vermişlerdir.
Oysa savaş bittiğinde ortaya çıkan tablo, birkaç küçük ayrıntı dışında, çok önceden hazırlanmış plana göre bölgenin bölüştürüldüğünü gözlere soktu. Sonrasında da, ince-ayar için, ülkemizin batısını işgale teşvik edilen Yunanlılar kullanıldı. “Çok şükür düşmanı püskürttük, çok şükür Sevr’i de engelledik” diye sevindik, ama zamanında sadece Avrupa’da beş milyon kilometre kareye yayılan Osmanlı’dan geriye 777 bin kilometre karelik Anadolu kaldı.
Kim, nerede, nasıl bir plan yapmış elbette bilmiyorum, ama şimdi de sanki belli bir sonuca doğru zorlandığımızı hissediyorum. Kimine göre Sevr projesi yeniden raftan indirildi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin biraz daha küçülmesi isteniyor; bunu planlayanlar terörü azdırıyor ve ülkeye çaresizliği dayatıyorlar... Kimi ise, Türkiye’nin bölgesinde göz kamaştıran bir örnek ülke haline gelmesi gerektiğini düşünüp, bunun için Birinci Dünya Savaşı sonrası şartlarının özelliklerini taşıyan siyasi ve idari yapısının elden geçirilmesini arzulayanların, bunu zorlamak için terörü kullandığını düşünüyor...
Her iki halde de, terör, belli bir sonuca ulaşma amacıyla kullanılan bir âlet sadece; bu coğrafyadan olmayan, ama kimbilir hangi hesaplarla bu coğrafyayı yeniden dizayn etme çabasına girenlerin beklentileri gerçekleşsin diye binlerce insan ölüyor.
Yunanlılar iştahlandırılarak Ege’ye gönderilmişti, şimdi de PKK ve uzantıları benzer biçimde kullanılıyor...
Gerçekten durum böyle midir? Bilmiyorum. Ancak özellikle terörün tırmandığı günlerde beni tutsak alan ‘yasak düşünce’yi bir türlü zihnimden atamıyorum.
“Acaba” diyorum, “Günümüzde planları kim yapıyorsa, onların kapısına mı dayansak?”