Fransa’nın başkenti Paris’te 9 Ocak 2013 tarihinde PKK üyesi Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in öldürülmesinden kimlerin yararlandığını 15 Temmuz 2016’da yapılan darbe kalkışması nedeniyle artık çok daha iyi biliyoruz. Çözüm sürecine son verilmeden Türkiye’de hiçbir güç darbe yapma cesaretini göstermezdi. Çözüm sürecini bitirmek Türkiye’yi siyaseten istikrarsızlaştırmada belirleyici halkaydı. Paris cinayetlerinin mesajı açıktı. "Güvenmeyin. Hiç kimse güvencede değil. Her an herhangi biriniz hedefe konulabilir." Bu mesaj zaten gergin olan çözüm sürecinin tellerini daha da gerginleştirdi. FETÖ çetesi bir taraftan PKK’nin şehirlerde silahlanmasına yeşil ışık yakıyor, diğer taraftan da legal Kürt hareketini, Erdoğan karşıtlığı için inceden inceye bir ustura gibi biliyordu.
10 Haziran 2014’te DEAŞ’ın Musul’u işgal etmesi ve Musul başkonsolosu dahil 47 konsolosluk çalışanının rehin alınması, Paris cinayetlerinde ortaya çıkan uluslararası iş bölümünün ikinci adımıydı. Türkiye’nin Kürt siyaseti hem içte hem de dışarıda rehin alınmaya çalışılıyordu. Paris cinayetleri çözüm sürecine sıkılan kurşunlardı. Musul konsolosluk baskını ise Türkiye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ilişkilerini dinamitliyordu. Bu iki olay Türk ve Kürt barışını zehirlemek isteyen güçlerin sadece uluslararası nitelik ve kimliklerine dair bir fikir vermiyordu. Bu güçlerin şiddeti yeniden gündemleştireceklerinin, şiddeti tekrar günlük hayatımıza taşıyacaklarının kararlılığını da simgeliyordu. Esasında kurt kapanı kurulmuştu ve zamanın zembereği hızla akıyordu.
Aslında çanlar çalmaya başlamıştı. Ama herkes iç politikadaki kendi konumuna öylesine odaklanmıştı ki, bu şer güçlerinin esasen neyi hedefledikleri, neyi amaçladıkları açık bir zihin ile algılanmadı. Çözüm süreciyle atılan adımın büyüklüğü doğal olarak Ortadoğu’daki konjonktürü değiştiriyordu. Arap baharıyla birlikte Ortadoğu’da şekillenen konjonktürü kırmaya ve onun yerine bir başka konjonktürü ikame etmeye çalışan güçler, her adımda çözüm sürecinin engelleyici etkisini hissediyorlardı. Kürtlerin üç parçasının Türkiye ile birlikte hareket edeceği varsayımı, bu güçlerin kabusu olmuştu. Ve onlar da Türkiye için kabus olmaktan asla vazgeçmeyeceklerini eylemleriyle kanıtlamaya koyuldular.
İçeride çözüm sürecini yıkmak dışarıda ise DEAŞ eliyle Suriye muhalefetini parçalamak Neoconcu güçlerin iki önemli stratejisiydi. Hem Suriye’de Esad karşıtı cepheyi zayıflatıp etkisizleştirmek ve Türkiye’yi etkisiz ve itibarsız bir bölgesel güç olma konumuna itmek, hem de Irak’ta elleri kolları bağlı, bir seyirci aktör haline getirmek bu stratejilerin öncelikli hedefiydi.
Bu sürecin başarılı olması için siyasi iktidarın zayıflatılması ve Türkiye’nin siyasi istikrarsızlık çukuruna itilmesi gerekiyordu.
7 Haziran 2015 seçimlerinde "seni başkan yaptırmayacağız" mottosuyla seçim stratejisi izleyen HDP, açıktan açığa çözüm sürecinin arabuluculuk misyonunu terk ederek, siyasetten çözüm partnerinin altını oymaktan bir beis görmüyordu. Sanki çözüm sürecinin birden fazla partneri varmış gibi, sanki Türkiye’deki diğer siyasi güçler ve siyasi partiler Kürt sorununu çözmek için apartta bekliyorlarmış gibi. Çok açık ki, 7 Haziran seçimleri ve sonuçları çözüm sürecinin bittiğini de zımnen ilan ediyordu.
7 Haziran seçimlerinde yalnız başına hükümet kuramayan AK Parti, koalisyon çabalarından bir çözüm çıkarmayı başaramayınca içine kapanık, erken genel seçimle, ülkedeki siyasi boşluğa son vermeye çalıştı. Ama bu arada 28 Temmuz’da resmen silahlar patlamaya, suikastler yapılmaya başlanmıştı bile. 7 Haziran’da iktidara ortak olma imkanına kavuşan HDP, PKK’nin baskısıyla bu büyük nimeti elinin tersi ile itti. Siyaset yolu kapanmıştı. 1 Kasım seçimleriyle tekrar tek başına iktidar olan AK Parti, biten çözüm süreci iklimi ve imkanları yerine, güvenlikçi politikaları ön plana çıkararak, PKK’nin şiddetini etkisiz hale getirmeyi tasarlıyordu. (Devam edeceğim).