“Fala inanma, falsız da kalma” diye bir lâf var ya, bazılarının ‘fal’ gözüyle bakmalarından hareketle, ben de, nicedir, “Kamuoyu yoklamalarına inanma, ama onlarsız da kalma” deyip duruyorum. Bu alanda hem olağanüstü iyi hem de olağanüstü berbat deneyimler yaşadığım için...
Her iki deneyimi de yerleşik partiler yanında yeni bir siyasi hareketin ortalığı toz dumana katarak büyük iddialarla tabloya girdiği 2002 seçimleri öncesinde yaşadım...
Şimdilerde Ak Parti kadrosu ön saflarında yer alan pek çok eski yol arkadaşı, kurulduğu dönemde, Ak Parti’den uzak durmayı yeğlemişlerdi. Başarılı olamaz diye... Partinin resmen kurulduğu gün, genel merkez binasında, yaptığı basın toplantısının televizyonlara nasıl yansıdığını görme merakındaki yöneticiler, TGRT ekranında ilk haber olarak kendilerini değil, neden başarılı olamayacaklarını anlatan bir konuşmayı izleme sürpriziyle karşılaşmışlardı.
‘Yakın arkadaş’ bildiği, şimdilerde Ak Parti’de koltuk sahibi o günün muhalifinin ağzından çıkan eleştirileri hüzünle izleyen Tayyip Erdoğan’ın yüzünün aldığı rengi hatırlıyorum...
Böyle ortamlarda ilgisi hep başarı ölçüsü sayılmış ABD de yüz vermiyordu Ak Parti’ye. Nasıl olsa iktidar olamaz diye... İlgisizliğini, Ak Parti kurucularının 2002 yılı mart ayında Washington’a yaptıkları ziyaret sırasında kendi gözlerimle görmüştüm. CSIS’te Bülent Alirıza imkân sağlamasaydı, Washington’un itibarlı düşünce kuruluşlarının hiçbirinde konuşmadan, karşılarına önemsiz bürokratlar çıkartılmak istendiği ve kendileri bunu reddettiği için yönetimle birebir ilişki kuramadan Washington’dan dönecekti Ak Parti heyeti...
Tayyip Erdoğan... Abdullah Gül... Ömer Çelik... Mevlüt Çavuşoğlu...
Genel seçime gidiliyordu, ama Ak Parti’ye pek az siyasi gözlemci şans tanıyordu.
İşte ‘hem olağanüstü iyi’ hem de ‘olağanüstü berbat’ kamuoyu yoklaması deneyimini o seçim öncesinde birarada yaşadım.
O günlerde isimleri takdirle anılan şirketlerin bazısı, kamuoyu yoklaması diye gazeteler aracılığıyla sundukları araştırmalarda, Ak Parti’ye iktidarı imkânsız saymayı gerektiren sonuçlar açıklıyorlardı.
Kafalar karışıktı; etraftan duyulanlar akılları durduracak boyutlara ulaşmıştı ve gazeteler Ak Parti’yi daha da geriletecek her şeyi malzeme yapmakta yarış halindeydiler. Dönemin cumhurbaşkanının ağzından “Rejimle çatışan bir partinin iktidara gelmesinden endişe duyuyorum” sözü manşete çıkarılıyordu sözgelimi...
ABD’den ekonomiye çeki düzen versin diye siyasete monte edilmiş Kemal Derviş aynı endişeyi yaygınlaştıracak cümleleri “Ama bereket ordu var, TSK’nın sorunsuz bir ortamda demokrasiyi zedeleyecek bir tutumu hiç olmamıştır” görüşü ile destekliyor, gazetecinin “Darbeler anayasayı ihlâl etmek değil midir?” itirazına şu dehşetengiz cevabı veriyordu: “Keşke Alman ordusu 1933'te Hitler başbakan olduğu zaman Hitler'e karşı darbe yapsaydı. O kadar açık söyleyeyim. Belki kırk milyon insan ölmezdi.”
Kritik bir seçimdi ve partilerden başka Genelkurmay da, ABD de, medyada hâkim grup da kendilerine özel araştırmalar yaptırıyorlardı. Öyle duyuyorduk. Ellerindeki sonuçlara bakıp Deniz Baykal başbakanlığında CHP ile MHP’nin koalisyonu beklentisine girmişlerdi.
Bir şirketin her müşteriye ayrı sonuçlar servis ettiği, sekreterin karıştırması yüzünden, parti müşterisine gönderileceği Genelkurmay’a, Genelkurmay’a gönderilme amacıyla üzerinde oynanmış rakamları da partiye gönderdiği için müşterileriyle kavgalı olduğu bile söyleniyordu.
Hemen herkes, 4 Kasım (2002) sabahı hayatlarının en büyük sürpriziyle karşılaştı: Yüzde 35 oyla, Ak Parti, tek başına hükümet kurma imkânını elde etti... MHP baraja takıldı.
Seçim sonuçlarının belli olduğu saatlerde gazete merkezlerinde yaşanan şaşkınlığı sonradan öğrenecektik. ‘Sosyal patlama sandıkta oldu’ manşetiyle sonucu duyuran Hürriyet’in yayın yönetmeni, “Nasıl bir manşet atalım?” sorusuna cevap aranırken, içlerinden birinin, ‘Merak etmeyin, ordu var’ teklifini seslendirdiğini yazacak, “Şakaydı, hem de eşek şakası” diye yan çizse de gönüllerinden geçeni böylece fâş edecekti.