Avrupa’da hem AB hem de NATO projeleri bakımından önemli bir değişim süreci yaşanıyor. Fransa’da sosyalistlerin iktidarı almaları, Almanya’da muhafazakar sağcıların oy kaybetmeleri ve ekonomik krizden çıkmak için bugüne kadar bulunan yöntemlerin işe yaramamış olması, AB’nin lokomotif ülkelerinin gelecek konusuna yaklaşımlarını değiştirmelerine yol açtı.
En basit ifadesiyle, AB’nin küresel oyuncu olmaya kalkışmasıyla kendi içine kapanması arasında çelişki doğmuştu; bu yöntem AB’yi ekonomik krize sürüklediği gibi küresel oyuncu olmasına da engel oldu. ABD’den bağımsız davranabilmeyi denedi; El-Kaide gibi tehditlerin bertaraf edilmesine onay verdi, ama bu konuya insan ve para harcamak istemedi; Orta Doğu ve Orta Asya ülkelerinde demokrasinin kurulmasına katkı sağlayacağını umdu, ama sadece buralardan gelen göçmenlerle uğraşmak zorunda kaldı; Afrika’ya uzandı, orada da karşısında Çin’i buldu.
Vurgulamaya gerek yok ama, aslında bu içe kapanma hali AB’nin Kıbrıs’ı üye yapıp Türkiye’yi dışarıda bırakma eğilimine girmesiyle başladı. Bugün gelinen aşamada, son altı-yedi yıldır uygulanan politikaların sonuç getirmeyeceği anlaşıldı; anlaşılmasında Obama’nın da küçümsenmeyecek katkısı oldu.
NATO’da artan sorumluluk
NATO üyesi AB ülkeleri, en sıkıntılı iki konuda politikalarını değiştirmeye başladılar. Buna göre biran önce Afganistan’dan çıkmayı isteyen Avrupalılar, sorumluluğu ABD ile Rusya’ya bırakmayı tercih etmişlerdi. Ancak son durum, buradan hemen çıkamayacakları yolunda ve sorumluluk da ABD ile Türkiye’ye bırakılacak gibi. Diğer konu olan Suriye’de ise karar, ne NATO ne de Türkiye’nin bir müdahalede bulunmayacakları yönünde oldu. Türkiye’yi sahaya itenler geri adım atacak ve Türkiye’nin Suriye’yi ‘tutmasına’ razı olacak gibiler.
İsrail’in normalleşmesi, hatta varoluşuna yönelik tehditlerin bertaraf edilmesi konusu bile, neredeyse Türkiye’den dilenecek özre ve tazminata kalmış durumda. Kısacası NATO, küresel güvenlik örgütü olmaya yönelirken Obama ABD’si AB’nin güvenliğinin büyük kısmını Türkiye’ye bağlamış durumda. Dolayısıyla, Türkiye’yi kışkırtacak, kızdıracak ve ‘öteki’ haline getirecek siyaset yerine, eşit ortak siyasetine ve daha fazla işbirliğine ihtiyaç olduğu ortada. Kıbrıs’ı NATO’ya üye yapmaya çalışmak, Akdeniz’de faaliyetlerini sınırlamaya kalkmak yerine, aileye kabul etmenin daha az maliyetli olduğu anlaşılmaya başlıyor gibi.
AB için yeniden
NATO’da Türkiye lehine değişen havaya Birleşik Krallık ne der bilinmez ama, Türkiye’nin NATO üyesi olmaktansa Akdeniz gücü kalmasını tercih ettiği yıllardaki politikasını yeniden denediyse de, bir süreliğine bu politika için uygun ortam olmadığı söylenebilir.
NATO’da Türkiye için başlayan yeni dönemin verimli sonuçlar verebilmesi ise, AB-Türkiye ilişkilerinde de yeniden canlanma olmasına bağlı. Gayet tabi bu canlanma üyelik yolunda ilerleme anlamına gelmezse, olumlu anlam yüklenemez. Anlaşılan o ki, konjonktür ‘Merkozy’ sonrası AB’de Türkiye’yi kazanma ortamına işaret ediyor ve müzakere sürecini takıldığı yerden kurtarmak için çabalar başlıyor. Adına pozitif günden denen bu süreç, üyeliğe varacak yolda karşılaşılan sorunlar nedeniyle durmak yerine, sorunsuz alanlarda devam etmek olarak tanımlanıyor.
Nihai olarak üyeliğe dönüşecekse, ilişkilerin geliştirilmesine ne ad verilirse verilsin fark etmez, süreç zaten pozitif olur. Bu dönemde Kıbrıs’ın dönem başkanlığını abartılı bir karşı çıkışa dönüştürmemek, AB kriterlerine dayanan eleştirileri dikkate almamak, hatta UEFA gibi kuruluşlarından uzaklaştırılacak hale gelmemek çok önemli. Zira bu olumlu ortam ila nihaye sürmeyebilir; Türkiye de zamanlama avantajını yakalamak için yeniden yıllarca bekleyebilir.