PKK’nın cezaevlerinde başlattığı ve ısrarla sürdürdüğü açlık grevleri insani ve siyasi açılardan birçok şeyi gösteriyor ve çağrıştırıyor. Ama hepsinden önce de Türkiye’nin Kürt meselesini çözmek zorunluluğunu anlatıyor. Üstelik de PKK’ya rağmen.
Herkes biliyor ki cezaevlerindeki eylem ileri sürülen gerekçelerin eylemi değildir. Demokratik bir hak arayışının aracı da değildir. Hatta tam tersine, son haftalarda “çözüm”e yönelik umutların arttığı hesaba katılırsa büyük ölçüde bu arayışları sabote etme amacı da taşımaktadır.
PKK, iktidar partisiyle bilek güreşi için her fırsatı değerlendirmektedir. Yaz aylarında terör, kış bastırmaya başlayınca da başka yollarla... Yine herkesin bildiği gibi bu örgüt özellikle son 3 yıllık dönemde Türkiye’yi destabilize etmek için kendi aklını aşan yöntemler kullanmakta ve ülkenin tek sıkıntı kaynağı olarak alanını genişletmektedir.
Kürt meselesinin halli, temel hakların pazarlık konusu olamayacağı gerçeği kadar bu yüzden de gereklidir. PKK’nın elinden Türkiye’ye sıkıntı verme, ortamı germe, insanları kamplaştırma ve nihayet topyekün demokratikleşmeyi sekteye uğratma imtiyazını almak şarttır. Zira, Kürt meselesi PKK’nın değil bizatihi Türkiye’nin meselesidir.
Eğer PKK ve başta BDP olmak üzere Kürt siyasal seçkinleri bu meseleye duyarlı olsalardı, bugün “terör”den söz etmememiz gerekirdi. Dolayısıyla da cezaevlerindeki açlık grevlerinden de.
Çünkü, Türkiye devleti tarihinde ilk kez sistematik olarak Kürtler’in temel haklarını serbestçe kullanabilmeleri için devamlılığı olan bir demokratikleşme planı uygulamıştır. Tekrar saymaya gerek yok, yakın geçmişe kadar hayal sayılabilecek adımlar cesaretle atılmış ve tabular yıkılarak müzakere süreci de başlatılmıştır.
Böyle bir atmosferde Kürt sorununa duyarlı olanlardan beklenen bu süreci normalleştirmek ve çözümü kolaylaştırmaktır. Böyle olmadı, olmaması bir yana tam aksine süreçleri sabote eden, çözüm isteyenleri ortada bırakan ve toplumda oluşan iyimserliği de berhava eden şiddetli bir terör hamlesine giriştiler.
Sınırımızdaki Suriye meselesi de PKK’yı eskisinden daha kullanışlı hale getirince bugün yaşamakta olduğumuz atmosfere mahkum olduk.
Bir terör örgütünden makul olanı beklemek imkansızdır. Neticede, binlerce genci dağlara sorumsuzca ölüme gönderen bir iştahtan söz ediyoruz.
Cezaevlerinde, “Ana dilde savunma, ana dilde eğitim ve Öcalan’ın avukatlarla görüşebilmesi” için eylem yapanların durumu da farklı değildir. Taleplerinin yarıdan fazlasının şu anda zaten karşılanmış olduğunu belki de bilmiyorlar. Bilseler de onlar açısından durum değişecek değildir. Ölümü, kolaylıkla gündelik siyaseti aracı haline getiren bir örgütün emrini uyguluyorlar.
Bu çelişkiyi anlatmak yararsızdır, daha ileri gidemezsiniz...
O halde şimdi, tarihte ilk kez Kürt siyasetçilerine büyük görev düşmektedir. BDP, ülkenin bir sorununu çözmek için inisiyatif almalı ve bu eylemi bitirmelidir. Bitirmek için ellerinde yeterince malzeme vardır. Ana dilde savunma hakkının eli kulağındadır. Ana dilde eğitim için hiç olmazsa ilk adımlar atılmış ve seçmeli de olsa dersler konulmuştur. Öcalan, mutlak bir tecritte değildir, aile fertleriyle görüşebilmekte ve hatta bağımsız avukatlara da kapı açılmaktadır.
Bu adımlar eylemin bitirilmesi ve sonrasında oturup konuşmak için yeterine referanstır.
Sadece BDP değil, arabulucu olmak isteyen ve sorunun çözümü için kolları sıvayan aydınlar da bu gerçekleri ıskalamamalıdır.
Evet, hükümet hala ve her durumda en büyük müracaat noktasıdır ama bugün açlık grevlerinin bitirilmesi için sadece hükümete çağrı yapmak anlamlı değildir. Bunda ısrar etmek ezberden ibarettir.
Maharet, bir kez olsun örgüte durmasını söyleyebilmek ve BDP’yi hareket geçirebilmektedir.
“Türkiye’nin Kürt meselesi”nin halli de bu mahareti gösterebilmekten geçiyor. Görünürde, cezaevlerindeki açlık grevleriyle ilgileniyormuş gibi görünüp, gerçekte nasıl olsa sıkıntı çeken iktidardır diyen duyarsızlıktan değil.
O eylemler sonucu bir kişi bile hayatını kaybederse; sorumlusu, hemen şimdi yapması gerekeni yapmaktan imtina eden duyarsızlar olacaktır.