Sokaklara dökülen, “Kadıköy Yanıyor!” diye el çırpan, Başbakan’a sövüp sayan nice insan ya bilmiyor 12 Eylül 1980 sabahına nasıl geldiğimizi ya da hafızasının o bölümünü kilitlemiş, anahtarını bulup açamıyor.
Bizler 1970’li yıllarda hayatımızın baharındaydık. Yeni atlatmıştı Türiye 12 Mart 1971 darbesini, seçimler sonucu Bülent Ecevit—Necmeddin Erbakan CHP-MSP koalisyonunu kurmuş, CHP’nin kimi su katılmamış faşistleri homurdanmaya başlamış, Anıtkabir’e şikayet ziyaretleri birbirini izlemişti. Derken 1974’de Samson Kıbrıs’da, Atina’daki faşist albaylardan oluşan ulusalcı hükümetin desteğiyle darbe yaptı. Hükümet müdahele kararı aldı, Kıbrıs çıkartmasının ardından ada ikiye bölündü. Ecevit, erken seçimlere gidip Kıbrıs’ı seçim sandığında zafere dönüştürme hevesine kapıldı. TBMM’den erken seçim kararı çıkmayınca da hükümet istifa etti. Kontenjan Senatörü Sadi Irmak 17 Kasım 1974’de, Cumhurbaşkanı Korutürk’ten yeni hükümet kurma görevini aldı; güven oyu alamamasına rağmen aylarca görevde kaldı. Sonunda istifa etti. Derken Süleyman Demirel Birinci Miliyetçi Cephe Hükümetini kurdu, 218’e karşı 222 güven oyu alarak iş başı yaptı.
AP,MSP,Güven Partisi, MHP ve bağımsızlardan oluşan Birinci MC Hükümetinin önünde dağ gibi sorunlar vardı. Ekonominin durumu faciaydı, tırmanan petrol fiyatları sonucu enflasyon yüzde 30’lara tırmanmıştı. Tam bu sırada üniversitelerde harçlar ve kitap fiyatlarına zam yapıldı. Öğrenciler baş kaldırdı, boykotlar başladı, hocaların bir bölümü de öğrencileri destekledi, boykotlar işgallere dönüştü. Üniversitelerde yuvalanmış, alfabenin hemen bütün harflerini kullanan onlarca, kendine “sol” diyen örgüt ortaya çıktı. Ülkücüler de MHP’nin güdümünde, bu oluşumlara karşı örgütlendi. Alın size iki taraf!
Harç ve kitap zammına karşı çıkmak...basit, masum istekler. Sokaktaki insan da bunu destekledi başlangıçta. Zaten yokluk kol gezerken kitaplara zam yapmak üniversite harçlarını arttırmak ne mene saçmalıktı! Ama bu buzulun görünen yüzüydü. Altında Batının da SSCB’den Bulgaristan’a kadar uzanan bürokrasi diktatörlerinin emrindeki ülkelerin de hatta Çin’in de istihbaratçıkları kışkırtmaya başlamıştı “sol örgütleri”. Ve sonunda silahlar dağıtıldı; ölümler birbirini kovalamaya başladı.
Siyasal istikrarsızlık, ekonomik çöküntü, Sıkı Yönetime rağmen sokak çatışmalarını izleyip laf olsun diye arada bir müdahele eden sıkı yönetim, birbirini izleyen kahvehane taramaları, evlerde öldürülen gençler, bilim adamlarıyla gazetecilerin katledilmeleri, devlete sızan, dernekler kuran polisi, adaleti ikiye bölenler ve kan kan kan...Her gün en az otuz kişi ölüyor basın, üstü gazetelerle örtülü ceset fotoğraflarından geçilmiyordu. Bunlara engel olmak mümkün müydü? Elbette. Asker asli görevini yapsa, polisin elini kolunu bağlamasa, MİT topladığı istihbaratı salt genbel kurmayla paylaşmasa, siyasiler, hele de Demirel’le Ecevit biraz daha sorumlu davranabilse 12 Eylül 1980 sabahına gelmeyebilirdik. Ve tabi Genel Kurmay’ın tepesinde, CIA’nin has adamı Paul Henze’yle dirsek temasında oturan bir Kenan Evren olmasa!
İşte size kısa, ayrıntısız bir yol haritası. Masum isteklerle başlayıp ülkeyi kan gölüne dönüştüren eylemlere, biri gelip biri giden hükümetlerin çaresiz gözlerle bakması, askerin ellerini ovuşturup Çankaya’yı işgal edeceği günü beklemesi ve polisi engellemesi, dış güçlerin ateşe benzin dökmesi sonunda 12 Eylül sabahı Başkan Carter’ın Henze’yi arayıp “senin çocuklar başarmış ha!” demesiyle sonuçlanan bir ağlatı. Ama bu bir daha asla olmayacak! Tarihin mezarlığından hortlaklarla karşımıza çıkıp milletçe bizi karanlığa gömemeyecek kimse; bu böyle biline!!