Seçime günler kaldı. Meydanlarda ve siyasi partilerin söylemlerine yönelik analizlere bakıldığında Türkiye siyaseti açısından ciddi bir temel sorun göze çarpıyor; Muhalefet!
Hafta başındaki yazımda bu yerel seçimde muhalefet söylemini, argümanlarını muhalefetin değil ‘cemaatin’ belirlediğine -ve muhtemelen bundan sonra gelecek cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimde de böyle olacak- değinmiştim.
Kamuoyu anketlerinde seçmen kitlesinin yüzde 50’sinin AK Parti’yi desteklediği, desteklemeyenlerin en az yarısının da hataları ve yanlışlarına tepki gösterirken ‘bunları düzeltmesi halinde’ iktidarını sürdürmesinden yana olduğu ortaya çıkıyor.
AK Parti’nin, seçime bağlı olmaksızın kamuoyunun önüne koyduğu demokratik, ekonomik ve sosyal vaatler, son 12 yılda -zaman zaman enerjisi düşmesine rağmen- sergilediği performansla besleniyor. Bu performansa yönelik eleştiriler ‘daha hızlı olabilirdi veya önceki hızını kaybetti’den ileri gidemiyor. Ölçülebilir performansın dışında kalan ‘söylem’e yönelik eleştiriler ve tepkiler ise ‘somut icraat ve gelecek vaadi’ ile kıyaslanma aşamasına geldiğinde, tepki gösterenlerin sayısınca bir ‘karşı oy’a dönüşemiyor. Bu da, geleceğini bu partinin ve Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde görmek isteyenleri eksiltmiyor, aksine arttırıyor.
Çünkü;
Muhalefet partilerinin güven verici bir gelecek vaadi yok. Türkiye hakkında bir durum tespiti, temel politikalar, öncelikler, artı değer kazandıracak projeler, yeni bir söylemleri yok.
Dahası, Türkiye’nin en önemli üç seçimi arka arkaya yapılacakken, seçmenden ancak ‘iktidara ders verme’yi, deyim yerindeyse ‘terbiye etmeyi’ isteyebiliyorlar.
Bunun için de kendi politikalarını, önerilerini değil, siyaset dışı aktörlerin ortaya attıkları argümanlar üzerinden iktidarı yıpratma ve gidecek yer bulamayan oyların kendilerine gelmesini umma halindeler.
Muhalif kitle de, iktidarın, Başbakan’ın hatalarını, yanlışlarını sıralarken, ‘şu parti veya lider doğrusunu yapar, yapıyor’ demiyor. Aksine, “Başbakan yanlışlarını düzeltsin, dilini yumuşatsın, Türkiye’yi demokratikleştirsin, adaleti sağlasın, ekonomiyi büyütsün, işsizliği bitirsin, Avrupa Birliği’ne üyeliği sağlasın, ülkeyi dış politikada güçlü hale getirsin, eğitim, üniversite sistemini düzeltsin...” diyor.
Yani bugünkü Erdoğan’dan rahatsız olanların umut bağladığı lider profili de ‘söylemi kendilerini rahatsız etmeyecek bir Erdoğan’...
Siyasi muhalefetin de bunu ‘ölçmese’ bile, hissettiğini görüyoruz. Belki bu nedenle, ‘sivil siyaset’i temsil etmesine rağmen, ‘sivil’ kanattaki bu yaklaşımı gördüğünden ‘siyaset dışı’ aktörlerle güç kazanma yolunu tercih ediyor.
Oysa, hükümetler sivil siyasi kadrolardır ve yine sivil siyasi alternatifleri tarafından değiştirilir, yıkılır... Alternatif olamayanlar, siyaset dışı değiştirici, yıkıcı güçlerden medet umarlar. Bu sermaye, asker, yargı, medya, bürokrasi olur... Bu medet umma ve işbirliği, sivil siyasetçilerin zümre oligarşisine teslim olması, yani siyasi intiharıdır.
30 Mart’ta AK Parti kendisine sahip çıkılıp çıkılmadığına bakacak. Eğer bugünden görüldüğü gibi yüzde 40’ın anlamlı bir farkla üstünde oy alırsa, cumhurbaşkanlığı için çok önemli bir atmosfer, ivme yakalamış olacak.
Ancak cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra ‘dördüncü AK Parti hükümeti’ni değil, ‘ikinci dönem AK Parti’nin birinci hükümeti’ni konuşmamız gerekecek.
Çünkü AK Parti, hem Başbakan Erdoğan’ın muhtemel Çankaya’ya çıkışı sonrası yeniden yapılanmak, hem de bir ‘yeni AK Parti’ olmak zorunda. Zira Erdoğan’ın baskın ve kapsayıcı liderliği ile geçen 12 yıllık ‘birinci iktidar’ dönemi, yerini daha ‘demokratik’ bir parti yönetimine bırakacak. Bu da yeni dönemin yapılanması kadar söylemini ve vizyonunu da belirleyecek.
Türkiye hem ‘seçilmiş cumhurbaşkanı’ ile yönetilmek, hem ‘paralel yapıyla mücadele’ etmek, hem de çevresinde gelişen olaylara Erdoğan döneminde benimsenen ‘aktör’ refleksiyle cevap vermek zorunda.
Bunu ayrıca, ‘muhalif seçmenin taleplerini de karşılayarak’ yapması gerekiyor.