Ünlü bilim adamı ve ateist düşünür Richard Dawkins’in Twitter’da yazdığı bir mesaj yeni bir tartışma başlattı: Koskoca Müslüman dünya niçin bu kadar az sayıda Nobel ödülü alabilmişti?
Dawkins pek objektif birisi değildir; çünkü sadece ateist değil, aynı zamanda düpedüz “teofobik” yani “din düşmanı”dır. (Belirtmek gerek ki her ateist dine düşman değil; nezaketen saygı gösterenler, hatta dini insanlık için faydalı bulanlar da var.) Onun için herhangi bir sözün Dawkins tarafından söylenmiş olmasının bir kıymet-i harbiyesi olmaz benim gözümde.
Ama adam bir yorum yapmamış, somut bir gerçeğe işaret etmiş bu defa: Nobel ödülü almış Müslüman sayısı bir elin parmaklarından az hakikaten. Neden acaba?
“Müslümanlardan nefret ediyor çünkü bu Batılı namussuzlar” diye cevap veren çıkabilir. Ancak, hakikaten bir parça siyasi ve subjektif olan “barış ödülü” bir kenara bırakılırsa, bilimsel alanda verilen Nobel ödülleri öyle dine, ideolojiye bağlanabilir şeyler değil. Farklı bilim alanlarında kimler büyük keşif ve icatlar yapmışsa onlar alıyor bu ödülleri.
Bizim Müslüman dünyadan ise, açık konuşalım, asırlardır pek büyük bir keşif ve icat çıkmıyor. Bugün elimizin altında ne kadar modern nimet varsa (arabadan bilgisayara, ampulden aspirine) hepsi “gavur icadı.”
Neden acaba?
Bin yıl önce
Bu soruya “çünkü İslam terakkiye mani” cevabı verenler çıkabilir. Yüzyıldır çıkıyor zaten. Ancak bu görüşü tekzip eden çok önemli bir tarihsel gerçek var: İslamiyet’in ilk beş asrında, Müslümanların “terakki”siz kalmak şöyle dursun, bilim, teknoloji ve felsefede dünya öncüsü olmaları.
Öyle ya, Avrupa tutucu bir durağanlık içinde iken, cebiri geliştiren, katarakt ameliyatları yapan, kan dolaşımını keşfeden veya yerkürenin çapını hesaplayanlar, Müslüman alimlerdi.
Amerikalı Yahudi tarihçi Martin Kramer de, bu gerçeği teslim eder ve “eğer 1000 yılında Nobel ödülleri veriliyor olsaydı, hepsini Müslümanlar alırdı” der.
Dolayısıyla sormak lazım: Müslümanlar niçin bin yıl önce bilimin öncüsü idiler de, bugün bu denli “geri” durumdalar?
Bu büyük sorunun çok basit bir cevabı yok elbette. İslam dünyasının 13. yüzyıldan itibaren giderek durağanlaştığı, buna karşın Batı’nın 16. yüzyıldan itibaren hızla geliştiği ortada. Ama bunun “niçin”i tartışmaya açık.
Zihin meselesi
Atilla Yayla hoca, Yeni Şafak’taki köşesinde bu “niçin”i “Müslüman zihninin (aklının) kapanması”na bağlamış ve şöyle açıklamış bunu:
“Parlak dönemlerinde dünyaya açık, başka kültürlerden öğrenmekten ve etkilenmekten korkmayan, özgüvenli, toleranslı, sadece klasik dinî kaynakları okumakla yetinmeyip Allah’ın tabiat, kâinat, insan, insan toplumu kitabını da okumaya ve bilgi kaynağı olarak kullanmaya yatkın, yetkin ve yetenekli Müslüman aklının yavaş yavaş bu vasıflarını kaybetmeye başlaması ve zaman içinde bunun birikimli sonucu olarak içe kapanık, fasit bir dairede dönen bir akıl tipinin ortaya çıkması .”
Bu teşhis bence de doğru. Çünkü ilk asırların sırrı, Müslümanların çok “kozmopolit” bir uygarlık kurması, yani Eski Yunan, Yahudi, Hıristiyan, Pers, Hint, Çin gibi farklı medeniyetlerin bilgi kaynaklarını öğrenip, özümseyip, İslamî bir perspektifle yorumlamasıydı.
Oysa, zamanla, “İslamî perspektif,” başka medeniyetlerin bilgi birikimine sırtını dönmek halini aldı. Bugün bile ne yazık ki hala kısmen öyle. İnsanlığın evrensel bilgi birikimini anlayıp onun üzerinden konuşmak yerine, sadece geleneksel İslamî kaynakları esas almak gerektiği fikri yaygın.
Ve eğer İslam dünyasının yeniden yükselmesini hedefliyor isek, bu yakıcı soruna eğilmemiz şart.